15 Aralık 2009 Salı

KESİK AYNUR

Onu her gün görüyordum. Beyoğlu'nda oturduğum evin karşısın­da bulunan ayakçı büfesinin önünde sürekli gelip bira içiyordu.
Yanından sıyrılarak geçerken, ister istemez selam verdim. Ondan umulmayan bir ses tonu ve nazik tavrıyla selam verdi.
Bu ummadığım karşılık hoşuma gitmişti.
Kimdi bu kadın? Perişan, kirli, çirkin. Her gün büfenin kapısının önünde bira içen bu kadın, neyin nesiydi? Bazen kapıdan çıkarken bazen camımdan aşağı baktığımda görüyordum.
Öğleye doğru geliyor, bir bira içip gidiyordu. Ona yakın olabil­mek için hiç alışveriş yapmadığım o büfeden, alışveriş yapmaya başladım.
Onu ilk gördüğüm zamanki halinden duyduğum tiksinti kalmamış­tı içimde. Çünkü adını sonradan öğrendiğim Aynur (hayat kadını adı Muazzez), bana yakın gelmeye başlamıştı. Onda bir yaşam var di­yordum. Sonraları arkadaş olduğumda içimde isyan ateşi patladı.
“Ulan hayat, ulan yer, ulan gök, ulan taş, ulan dağ, ulan ulan bütün apartmanlar... Yaşayanlar, yaşamayanlar, memleketinizin anasını...” dedim. Ama kime? Kendi kendime. Ben de öyle adamım ki ne se­vincimi, ne de nefretimi dışa haykırabilirdim.
İşte bu duygularla başladı dostluğumuz. Onunla arkadaş olduktan sonra iç dünyası, fiziki çirkinliği örtmüştü.
Çirkinleştirilmiş gövdesi beni hiç mi hiç ırgalamıyordu. Evimde aynı kaptan yemeği paylaştığımız zamanlar oldu.
Burun deliklerinin alt kısmından kalkmış küçük bir parça çapaktan, sapsarı olmuş kirpiklerinin arasından bakan, kıpkızıl olmuş diye adlandırabileceğimiz iki yeşil nokta; yırtılmış, dikilmiş ağız, mağaraların içinde görülen kirli küçük kaya parçalarını andıran, seyrelmiş sarı dişler ve kafasının bütünlüğünü tamamlayan, siyah karışımı kirli bir elbiseye benzeyen saçlar ve kulaksız bir baş.
Aynur'un yüzüne baktığınızda bir ifade göremezdiniz. İfade verecek bütün organları tarumar edilmişti.
Onu yalnızca ses tonu ve eski orospuluk zamanından kalma, müşterilerini kafakola almak için yaşamın kendisine kazandırdığı nezaketinden tanıyabilirdiniz.
O nezaket soylu hanımefendilerin, özel derslerden sonra takındıkları nezaketten değil, orospuluk mesleğinin kuralları gereği takındığı meslek nezaketi; fiyatını da belirleyen bu kurallı nezaket!...
Orospuluk kendi kuralları içinde kuralları olan bir meslek, türlü adama ayrı ayrı davranış ve bütün bunlardan sonra üstüne gelen bıkkınlık!
Hamalı, hamalatı, genci, yaşlısı, pisi temizi... Yani müşterilerden gelen bıkkınlık. İşte o zaman Orospuluk Alemi'nin değişi kurallarından biri olan dost (sevgili) olayı burada ortaya çıkar. Bir orospunun günde kırk kişiyle yatması, ayda bin iki yüz kişi ile yatması işi gereğidir. Onu ilgilendiren bin iki yüz birinci kişidir. Dost, yani sevdiğidir.
Yalnızca sevdiğinin onunla ilgilenmesidir. Dostundan gördüğü bir ihanet karşısında deli develerin, çadırları yıktığı gibi, o da etrafını yıkıp devirmeye başlar.
Aynur'un günde, hiç tanımadığı kırk kişiyle yatması, üstünde tüm şehrin yorgunluğu ve bacaklarının sızlamasıyla girerken yatağa, kazandığı parayı verirken dostuna, hep kar gibi beyaz gelinliği ile gelin olmak rüyalarını süslüyordu. Unutuyordu bütün yorgunluğunu. Ömrü boyunca başkalarının sesiyle yaşarken bıçaklanmış, kendi sesiyle haykırmıştı.
Aynur Bulgaristan'dan göç etmiş bir ailenin kızıdır. Göz dolduran fiziği ömrü boyunca başına dert olmuş, bir yağlıboyacıya aşık olarak evinden İstanbul’a kaçmıştı. Kocasının kazancı evlerinin geçi­mine yetmeyince, kocası tarafından hayat kadınlığına itilmişti. Ve netice: Genelev. Genelevde çalışırken bir görüşte vurulduğu aşk: Çanakkaleli Mahmut… Kocasını terk ederek Mahmut'la beraberlik ve bir erkek çocuk.
Mahmut yakışıklı, külhanbeyi, etrafında başka kadınların da gez­diği bir asalak. Aynur Mahmut'u çok sevmiştir. Herkesten kıskan­maktadır.
Bir gün onun, kendisine ihanet ettiğini duyduğunda, çıldırır, de­virir. Ve ilk aklına gelen kıskandırmak olur. Tüm insanların ilk aklıma gelen boktan klasik metot.
Mahmut'u kendisine yeniden bağlamak için Mahmut'un en yakın arkadaşıyla samimiyeti arttırır. Bu samimiyette art niyet yok, yalnı­zca kıskandırmak vardır. Fakat bu hareketi kendisine çok pahalıya mal olur. Olay renk değiştirir.
Mahmut önce en yakın arkadaşını Belgrat Ormanları'na yemeğe da­vet eder. Yenilip, içildikten sonra, sarhoş olan arkadaşını bir ağaca asar.
Sonra Aynur, Mahmut'un bıçağıyla karşı karşıya gelir.
Mahmut,
“Hapise gideceğim ama sana öyle bir ceza bileti kese­ceğim ki, ömrün boyu taşıyacaksın” diyerek Aynur'un güzel yüzü­nü tarumar etmekle kalmayıp, bıçağını apış arasına da vurmuştur.
Aynur ömrünün geri kalan kısmını güzelliğinden ve kadınlığından yoksun olarak Beyoğlu sokaklarında sigara ve kibrit satmakla geçirir.
Yıllar sonra Darülaceze'den bir ailenin yanına verilen oğluna, bü­yüdüğünde, Beyoğlu'nun bir köşesinde kibrit satan, bir yaratığa benzeyen Aynur,
“İşte asıl annen bu” diye gösterilir.
Fakat oğlu çirkinleştirilmiş kadına annem diye sarılamamıştır. Aynur anne de ola­mamıştır.
Yıllardır yattığı Beyoğlu kaldırımlarında, bir kış günü hastalandı­ğında, tanımadığı oğlu tarafından hastaneye yatırılır. Kısa bir sü­re sonra ölür. Geriye, tanıyamadığı öksüz oğlu, hapisten çıktıktan sonra, başka bir kadınla yaşayan Azrail ve üşümesin diye başkala­rının verdiği eski yorganı kalmıştır.

kapkara iki göz


Ayaklarımın öz kardeşi dediğim, Beyoğlu'nun çıplak kaldırım­larını ağır adımlarla, eze eze yürüyorum.
Bilmiyorum nereye yürüdüğümü... Beynimde yalnızca bir şey, sanki emrediyor ayaklarıma; "Yürü, yürü nereye yürürsen yürü" diyor. Ben de köpek gibi itaat ederek, yürüyorum. Bir an kulağım­da yüksek volümde bir müzik sesi… Durdum, dinledim.
"Senden ayrılamam, ayrılamam" diyor. Biraz daha dinledim. Şarkı "Hiç kimse ayıramaz seni benden" diye devam ediyor. Ne­rede olduğuma baktım. Genelev Sokağı 'nın köşe başında olduğu­mu fark ettim. Sokağa girmekle girmemek arasında bir tereddüt yaşadım, içimden bir ses, "Ya tanıdık biri görürse" dedi. İkinci bir ses, "Görürse ne olur?" dedi. Birinci ses, "Senin bir kariyerin var, misyon taşıyorsun" dedi. İkinci ses, "Sen insan değil misin, Robot musun? Başkalarına göre mi yaşamını ayarlayacaksın?" dedi. İçimdeki ikinci sese uyarak sokağa daldım. Kapıda polis, "Elleri­ni kaldır!" dedi. Kaldırdım. Üstümü başımı aradı. Hüviyetime baktı. Yaşamımda ne aranmayı, ne de soru sorulmayı sevmeyen ben, içimdeki sese uyarak, sevmediğim şeyler yaptırdım. Ellerim cebimde Genelev Sokağı'nda yavaş yavaş yürüyorum. Kafam eğik, yan gözle bakıyorum etrafa. Elli metre kadar yürüdüm. Bir an başımı kaldırıp baktığımda, kapkara iki gözün ışıldak gibi ba­na baktığını fark ettim, içime yıldırım düştü sandım. Kafamı eğ­dim, yürüdüm. Biran yürümemin değiştiğini fark ettim. Ayaklarım dolanıyordu. Çünkü biri beni gözlüyordu. Arkaya dönüp baktım. Aynı iki kapkara göz mermi gibi yüreğime vurdu. Bir anda yüre­ğim kanadı, fazla bakamadım. Sokağın sonundan geri döndüm, yavaş yavaş bakarak yürüdüm. Gözleri kaybettim. Bir an durumu, kenar mahallede sevdiği kızın evinin önünde tur atan genç de­likanlılara benzettim. Kendimden utanır gibi oldum. Çıktım gittim genelevden. Yaralanmıştım.
Gittim, ama o gece uyuyabilirsen uyu. Hani içkiyi de fazla sev­mem ki vurayım kendimi içkiye, efkârlanıp etrafa anlatayım: "Ba­na bugün kapkara gözlü bir kadın iş verdi" diye. Ama olmaz ki, ben misyon sahibiyim ya, ne derler; "Sen kerhaneye nasıl gider­sin? Kadınlara meta gibi mi bakıyorsun?" falan-filan...
Tabii, namuslu olmalıyım ben. Ama yürek gördü kapkara iki gözü, çarpıldı. Fukara yürek ne yapsın? Gece uyuyamadım. Sabah erkenden tekrar geneleve. Sokakta bir sürü tur attım. Göremedim. Yok, yok. Son bir defa attığım turda, yine aynı evin merdivenleri­ne yaslanmış bakan gözleri gördüm. O da beni gördü. Bu sefer utanmadan, uzun uzun baktım. O da baktı. Sonra eve girdi. Büyü­lenmiş gibi doğru aynı eve yürüdüm. Kapıyı açtılar. Kapının tam karşısına gelen sedirin üzerinde, 4-5 kadının arasında oturan kap­kara gözlerin karşısında durarak: "Kaç numara?" dedim. "Çalış­mıyorum" dedi.
Bir anda kan beynime sıçradı. Sinirle gittim, patron vekili kadı­nın masasının yanındaki sandalyeye oturdum. Ve, "Benimle kalk­mazsan, kimseyle kalkamazsın!" diye bağırdım. Evin salonuna bir sessizlik çöktü.
Aradan bir-iki dakika geçti geçmedi, kapkara gözlü kadın yerinden kalktı, oturdukları yerin tam karşısına gelen merdivenler­den çıktı ve kayboldu. Bu arada onun hafif topalladığını fark ettim. Arkasından diğer kadınlar, "Topalın lanetliği üzerinde bugün", bir diğeri "Dostu bıraktıktan sonra lanetleşti", "Kendini bir bok zan­nediyor" gibi laflar ettiler. Böyle bir olaya sebep olduğum için sı­kıldım. Yerimden kımıldayamadım. Patron vekili kadın, "Oğlum, bir kahve iç. Bak istersen başka bir kadınla çık" gibi sözler söyle­di. Cevaplamadım. Hızla evi terk ettim. Aynı hızla sokağı terk e-derken arkama dönüp onun evine baktığımda, kapkara gözlü ka­dının üst kattaki odanın camından bana baktığını gördüm. Benim baktığımı görünce perdeyi kapattı. Çektim, gittim. Daha ağır yara almıştım.
Ulan içkiyi sevmem, içemem ama bir meyhaneye girerek, kendimi zorlaya zorlaya rakı içtim. Çarpıldım. Eve geldiğimde kafam fırıldak gibi dönüyordu. Elbiselerimle uzandım. Sızıp kalmışım.
Gece yarısı alkolün tesiri geçmiş olacak ki, uyandım. Kafamda bir ağırlık, bir hareket var. Kafamı tuttuğumda bir fındık faresi at­ladı, doğruldum. Aslında alışıktım onlara. İçkinin tesiriyle olacak, bir an irkildim. Neyse, kısa bir süre sonra unuttum. Aklıma yine o iki kapkara göz, reddedilişim, aksayan ayak ve onun arkasından konuşulanlar geldi. Sıkıldım. Fakat sokaktan çıkarken yine pence­reden bakan o gözler... Her şey birbirine karıştı. Sen misyonlu sa­natçı, yüreğin oynadı, değil mi? Yaşamında ilk kez. Hem de nere­de? Olsun, yaşamım hep ertelenerek geçti. Bu sefer seni erteleme­yeceğim. Olsun, bir kerede duygum yürüsün, yeter. Mantık geride dursun. Hep mantık, mantık... Çevrene göre hareket. Sıkıldım. İş­te ben, işte iki kapkara göz... İşte çift çatal yüreğim. Çamurda yü­rümek istiyorsa, bırakırım yürüsün, koşsun, gömülsün...
Hay Allah be, adını bile bilmiyorum! Nereden bileceğim, konu­şamadım ki, öğrenecek bir hareket yapamadım ki... Belki böylesi daha iyi. Adressiz mektuplar gibi, belirsiz! Kafamı kurcalıyor, yi­ne gideceğim. Onunla mutlaka arkadaş olmalıyım. Gezmeliyim, oturmalıyım, sevişmeliyim. Yaşamımda hiç kimseyle elele gez­medim. Kimse için ne bir mektup, ne bir şiir yazdım. Aşk cümle­leri söyleyemedim. Belki ona yazarım, söylerim. Belki de konuşa­mam, yazamam, söyleyemem. Olsun be, hayali bile güzel.
İki gün sonra tekrar geneleve gittim. Bu sefer kararlıydım. Doğ­ru evine. Kapıyı açtım. Yine aynı sedirin ortasında oturan kapka­ra gözlerin önünde durarak, "Kaç numara?" dedim. Yüreğim sür­gün gibi, yerinden gitti gidecek.
"4 numara" dedi.
Yüreğim durdu sandım. Elim ayağım dolaştı. Bu sefer de onun­la nasıl, ne konuşacağım? Heyecandan olacak, düşünemiyorum.
Kalktı, önüme düştü, odaya çıktık. Kenarda bir sandalyeye oturdum. "Bir şey içer misin?" diye sordu.
"Kahve" dedim. Sessizce çıktı. Bir kahveyle döndü. Ben de bu arada odaya göz gezdirdim. Orta halli bir ev odası gibi düzenliy­di. Karşıma oturdu. İkimiz de konuşmuyorduk. Sessizliği ben boz­dum. Adımı söyledim. O da söyledi: Sevda... İçimden, ne güzel bir isim, dedim. Sevda'ya sevdalandım galiba, diye düşünürken, kapı çalındı. Fincanları istediler. Ben para vermek için cebime davrandım, "istemez" dedi. Fincanları gönderdi.
Ben yine "Kaç paraysa veririm, biraz konuşalım" dedim. 1 saat’lik ücretini ödedim. Parayı aşağıya götürdü, geldi. Adet buymuş. Saatlik, gecelik aşağıya bildirilirmiş. Ne konuşacağımı bilmiyor­dum. Tiyatrocu olduğumu söyledim. Anadolu turnelerini anlattım. Dikkatle ve merakla dinliyordu. Gülüyordu anlattıklarıma. Okula hiç gitmemiş, okuma-yazma bilmediğini söyledi. Oturdukça ken­dimi ona daha yakın hissetmeye başladım. Güzel bakıyordu, din­liyordu. Beyaz dişleriyle aşırıya kaçmadan gülüyordu. Saatin na­sıl geçtiğini anlayamadık. "Saat geçti" sesiyle uyarıldık. Kalktım, yarın yine aynı saatte geleceğimi söyleyerek ayrıldım.
Onunla kaldığım süre ödediğim paraları arkadaşlarımdan aldı­ğım borç paralarla ödüyordum. Çünkü o ara işsizdim. Böyle gelip gitmelerde aramızda sıcaklık oluştu. Müşteri-sermaye ilişkisinden çok arkadaş-sevgili gibiydik. Hep ben anlatıyordum. O yalnızca dinliyordu. Az konuşuyordu. Bir kere ailesine baktığını, askerde­ki kardeşine para gönderdiğini, memleketini, köyünü anlatmıştı. Bir kere de askerdeki kardeşine bana mektup yazdırdı. Zaman geç tikçe ona sevgim büyüdü de büyüdü. Onun da beni sevdiğini anlıyordum.
Bir gün durup dururken "Benimle dost olur musun?" dedi. "Za­ten dostuz" dedim. "Yok, öyle değil. Patronla ben konuşurum. Yü­zük takarız, o zaman istediğin gün para vermeden gelirsin. Gece de kalırsın" dedi. Sevinçle yerimden fırladım, "Tabi tabi olur, hat­ta seninle evlenirim bile" dedim. Boynuna sarıldım, sessizce ağ­ladı. Gözyaşlarını öptüm. Yüreğim vurgundan vurguna gidiyordu.
3 gün sonra telefon açtığımda "Tamam, patronla konuştum. Pa­zartesi gecesi dost gecemiz olacak. Saat 8'de gel konuşalım" dedi. "Tamam, geliyorum" diyerek telefonu kapattım. Saat akşam 8'de doğru geneleve... Beni bekliyordu. Sıkı sıkı kucakladım. "Yüzük almamız lazım" dedi. Durdum, bir an sessizleştim. Anladı. "Sıkıl­ma, yüzükleri ben alırım. Sen parmak ölçüsü ver" diyerek kısa bir ip parçası ile utana utana parmak ölçümü verdim. Çıktım gittim. İşte, bir vurgun daha. "Dayan yüreğim, dayan!" diyerek yürüdüm. Pazartesiyi iple çektim.
Gecesi temiz, tıraşlı söylediği saatte, tam 1130'da genelevde ol­dum. Beni kapıda karşıladı. Salona çıktığımızda büyükçe bir ma­sa kurulmuştu. Etrafında evde çalışan kadınlar ve dostları oturu­yordu. Bizi görünce -patron hariç- ayağa kalktılar. Önce yaşlı pat­ron kadının elini öptük. Diğerleriyle tek tek el sıkıştık. Kadınlar"Nasılsın enişte?" diyerek hatırımı sordular. Erkekler hepsi biti­rim, yalnızca elimi sert, kuvvet gösterir gibi sıktılar. Sevda simsi­yah, uzun bir elbise giymiş. Genelev kadınından çok, misafirleri­ni ağırlayan bir ev kadını havasındaydı. Ya ben acemi damat adayı, bilmediğim bir dünya içinde oyunun bir parçası, hatta odak noktasıydım.
Çaktırmadan oturanlara bakıyordum. Bitirim dostları beni ken­dilerinden uzak, hamam oğlanı gibi görüyorlardı. Bakışlarından, tavırlarından fark edebiliyordum. İçki hariç yenildi, içildi. Saat gece yarısı üçe doğru patroniçe yavaşça elini şaklatarak ayağa kalktı. Herkes kalktı. Sevda ile beni yanına çağırarak, yaşlı sesiyle küçük bir konuşma yaparak yüzüklerimizi taktı. Kadınlar ve dostları he­diyeler verdiler. Sevda'ya kadınlar takı taktılar. "Ailemize hoş geldin" diyerek alkışladılar. Bizi odamıza, gerdeğe soktular.
Köy adedi gibi birisi sırtıma vurdu. Ama ne vuruş! Pezevenk, kendini ya esas düğünde sanıyor, ya kasten, bilmiyorum. Ses çıka­ramadım. Ama bir on dakika nefesim kesildi. Erkekliğe bok sür­medim, sineye çektim.
Odada kendi kendime, "Ulan hayata bak be, nereden nereye geldim. Durup dururken hiç aklımda olmayan bir şey; genelevde evleniyorum. İşte gerdekteyim. Ama rahatım, memnunum, sevdi­ğim bir kadının yanındayım." Geceyi hiç soyunmadan, yatakta uzanarak, havadan sudan laflarla geçirdik. Sabah uyumuş kalmı­şız. Aslında ben ne yapacağımı bilmiyordum. Sevda da böyle ho­şuna gitmiş olacak ki, hiç ses çıkarmıyordu. Bir nevi illüzyon. Büyü bozulmasın sanki. Yatsak bozulacak. Bendeki korku bu. Belki o da korkuyordu. Bilmiyorum. Hiç de bilmedim. Öğleden sonra uyandığımda kahvaltı hazırdı. Bir şeyler atıştırmaya çalış­tım. Odayı taradım. Düşündüm, neredeyim? Tabii ya, genelevde ilk gecem. Kahvaltı yaparken dışarıdan sesler geliyordu: "6 numa­raya iki çay... Tamam sen aşağıda bekle... Sevda bugün çalışmı­yor" gibi. Kalktım,beni yolcu etti. Kafam önde, sağa-sola bakma­dan evden ve sokaktan çıktım. Genelev raconu buymuş. Giriş çı­kışlarda hiçbir kadına bakmadan yürüyüp çıkacaksın. Eve geldi­ğinde kadınlar ya ortada olmayacak, yahut ta çıplak yerlerini kapatacaklarmış. Öğrendim. Ertesi akşam saat tam 11.30'da geldim. Sevda oda kapısında beni bekliyordu. Üzerinde ateş kırmızısı bir gecelik, dağınık taranmış saçlar, odanın içinden hafif seste gelen müzik: "Hop hop gelsin, yarim gelsin, hemen gelsin, şimdi-gelsin..."
Bu atmosfer, bu müzik bir an insanı büyülüyor, kendini bir bok zannediyorsun. Odaya girdim. Koltuğa oturdum. Sevda hemen ayakkabılarımı çıkardı. Sıcak su ile incitmemeye çalışarak ayakla­rımı yıkadı, kuruladı. Kurala uyarak yapılan işleme hiç karışma­dım. Adet buymuş. "Hoşuma gitmedi" dersem yalan söylemiş olurum. Bu işlem ileride her gece sürdü gitti. O gece hafif bir şey­ler yedik.
Yeni aldığı pijamalarımı, terliklerimi giydirdi. Hoşuma gidip gitmediğini sordu. Çok beğendiğimi söyledim. İçimden de, acaba bütün evlilikler böyle mi? Yoksa geneleve has bir durum mu? di­ye soruyordum. Bilmiyorum...
Işığı söndürüp loş gece lambasında yatağa uzandık. Gece lam­bası dönerek, 7 ayrı renkte üstümüzde tur atıp duruyordu. Sevda'nın yüzü her baktığımda bir başka renk alıyor, üzerindeki ateş kırmızısı gecelik Aleyim Sema gibi oluyor, bozuluyordu. Seviştik. Geceliğini çıkarmak istediğimde eteklerinden aşağı çekerek diren­di. Şaşırmıştık. "Çıkarmak istiyorum" dedim. Kapkara gözleriyle yalvarır gibi baktı. "Çıkarma" der gibiydi. "Neden?" dedim. Israr ettim, zorladım, çıkardım.
Sevda gözleri yağmurlu bir akşam gibi tavana dikili bir heykel sessizliğinde bakıyordu. Aleyim Sema gibi renk renk dönen ışığın yardımıyla gördüğüm, Sevda'nın vücudunun sol yanı tamamen yanıktı. Şimdi anlamıştım neden geceliğini çıkarmamakta ısrar et­tiğini. Ayrıca tanışalı 1 ay olmuştu. Hiç yatmamıştık. O da yanaş­mamıştı. Bu düşünceler yıldırım hızıyla aklımın kasıklarından geçti. Yanıktan hiç iğrenmemiştim. Dönen renkli gece lambası, çıplak, esmer vücudunun yanığının üzerinden renk renk geçerek onu yok ediyordu. Hafifçe eğilip yanığını öptüm öptüm. O hâlâ heykel gibi hareketsizdi. Sonra, tavana dikili yağmurlu gözlerini öptüm. Sıkı sıkı sarıldım. Öylece kalmışız.
Günler günleri kovaladı. Artık aramızda sevda vardı. Ben Sevda'ya sevdalanmıştım. O da bana. Bu durum böyle, karı-koca gi­bi 1 yıl gitti.
Dostluğumuzun üçüncü gecesinin sabahı evden çıktığımda ce­bimde çok para vardı. Şaşırmıştım. Dönüp geri vermeyi düşün­müştüm. Fakat genelevde dostu olan bir dostun olan kadının verdiği para ve hediyeleri almazsan, diğer müşterilerden farkın kalmaz. Herkes ona verecek, o bir kişiye ve­recek ki sevdiğini, sevildiğini anlayacak." demişti. Doğruluk dere­cesini bilmiyordum. Bu sözler aklıma gelince vazgeçmiş, susmuş­tum. Onu kaybetmekten de korkuyordum. Kısacası aşk adına bok­tan bir asalaktım...
Tiyatro çalışmalarına başlamıştım. Anadolu turnesine hazırlanı­yorduk. Fakat Sevda'dan ayrılmak bana zor geliyordu. Nasıl ola­caktı!..
Bir gece, o bana nasıl "Dost olalım" dediyse, ben de "Evlene­lim" dedim. Durumumu anlattım. Suskunlaştı, yalnızca "Seni ba­na bırakmazlar. İleride bana kötü sözler söylersin, olmaz" dedi.
Ne kadar ısrar ettiysem de kabul etmedi. Sabah çıktım, gittim.
Gece geldiğimde evin kapısı kapalıydı. Çaldığımda, "Gecelik müşterim var, bu gece gelmesin" diye kapıcıya haber bırakmış. "Kapıda kalakaldım. "Olmaz böyle şey!" diye isyan ettim. Hızla genelev dışına çıktım. İsyanımı kuşanmıştım, ağlaya ağlaya gece-yarısı sokaklarda bağırarak, bilinmeyene koştum. Sabaha kadar alışık olmadığım kötü şarabı gece adamlarıyla paylaştım.
Yalnızlığa tahammülüm yoktu. Kötü şarabı paylaştığım sokak adamlarının da bir aşk hikayesi vardı. Anlatıyorlardı, rahattılar. Allah kahretsin, ben anlatamıyordum. Yaşadığım sevdamı hiç kimseyle paylaşamadım. Kol kırılır, yen içinde kalır hesabı. Hep yalnız yaşadım. Sadık köpeğim yalnızlığımı kıramadım. Çevrem fanatikti, benim de "misyon"um vardı ya, ayıplıyorlardı. Genelev kadınını bana yakıştıramazlardı. İçime öyle işlemiş ki bu düşünce, sokaktaki adama bile anlatamıyordum. Ama onlar, sokaktaki adamlar bile benden güçlüydüler. Hayatı çözmüşlerdi. Çok rahat küfürlerle anlatıyorlardı. Onlar anlattılar, ben yalnızca dinledim. Gözyaşları mı bile saklayarak.
Ertesi gün Sevda'ya telefon açtım. Telefona başkası çıktı. Sevda'yı istedim, "Vizitede" dediler. Halbuki anlaşmalı saatimizde di­rek o çıkardı. Sonra tekrar aradım. Telefona çağırdılar. Konuştuk. Paralı bir müşterisi geldiğini, benimle görüşemeyeceğini, ancak 1 hafta sonra pazartesi günü, paralı müşterisi gittikten sonra görüşe­bileceğimizi söyledi. Kapattı.
Bir hafta evimden dışarı çıkmadım. Sevmeden içtiğim içkileri şişe şişe bitirerek, ayılmadan, bütün beyaz duvarlarıma SEVDA sözcüklerini yazdım. Şimdi odamda, yalnızca SEVDA vardı.
Pazartesi geldi. Tekrar aradım. Telefona çıkan, bu sefer de "Sevda ayrıldı gitti" dedi. Telefonu kapatıp hızla, geneleve gittim. Patroniçe'yle konuştum. "Evet. genelevden ayrıldı. Bir adamla gitmiş galiba, nereye gittiğini bilmiyorum" dedi. Bir defa daha vuruldum. Bir yerlerim koptu.
Sonra Anadolu'ya turnelere çıktık. Bütün genelevleri dolaştım, onu bulamadım. Aradan yıllar geçti, izine daha rastlamadım.
Ben senin satıldığın günahkâr sokakta ağlayan taş, günah odamızın ışığı, penceresi, penceremizin havai perdesi, ömrünce sırtına yüklenilen günahların ortağıydım. Yılan zehiri gibi askını; damarlarıma kurşun gibi sıktın ve kaçtın! Belki bilmediğim bir yerlerde mutlusundur, belki de beni unutrnuşsundur. Gözlerimi yollara çakmış, dudağımda mutsuz bir ıslıkla, ya bir Mayıs sabahı, ya da bir Ekim akşamı, seni bana getirir... Bilmiyorum... Yalnızca yalan hayaller kurarak sessizce dönmeni bekliyordum.
Ama ne demiştin; "SENİ BANA BIRAKMAZLAR İLERİ DE BANA KÖTÜ SÖZLER SÖYLERSİN". Belki de sen haklıydın bilmiyorum… Ama hala yüreğim sana sürgün... Özlüyorum... Ateş kırmızısı geceliğini ve beni beklerken çaldığın aşk şarkısını:
"Hop hop gelsin
Yarim gelsin
Hemen gelsin
Şimdi gelsin"

Yağmurlu gecenin YAĞMURU


Sevgi, “Paran var mı, bi bira daha içim mi?” diye sordu.
“Rahatına bak, kaç tane içersen iç” dedim.
Gülerek üzerime abandı ve yanaklarımdan iç geçirirek öptü. Öperken de,
“Dostumu tanımasan seninle yatardım” dedi.
“Boşver bu işleri, biz kardeşiz” dedim.
Bu kardeş lafına biraz alındı ama belli etmedi.
“Tabi biz abi kardeşiz doğru, boşver be!” diyerek birasını dikip bitirdikten sonra da, işlerin kesat olduğundan dem vurdu.
Birahaneyi şöyle bir taradım, müşteriler tam ‘tarzan’ takımı, önlerinde biradan başka bir şey yok. Biralarını da milim milim içiyorlar ki, erken bitmesin. Dikkatlice baktım da ikinci birayı ödeyecek 3-5 kişi ya çıkar ya çıkmaz. Neyse… Kafamı sokağa çevirdim dışarıda yağmur hızlanmış camları dövüyor; hani cam açık olsa yağmur suratımı tokatlayacak. Bir-iki dakka dalmışım.
“Hadi tokuştur!” sözleriyle sokaktan koptum ve rakımı sevginin birasıyla tokuşturdum.
Tam o sırada kapıdan sarışın uzun boylu bir travesti içeri girdi, Sevgi ayaklandı. Travesti oturduğumuz kapıya yakın masamızın önüne geldi dikildi. Sevgi,
“Hoş geldin” dedikten sonra,
“Bana bak abi, bu benim kardeşim Yağmur” diye tanıştırdı travestiyle.
“Hani sana anlatmıştım!”
Travesti Yağmur’la samimice tokalaştık. Sevgi Yağmur’u ortamıza oturttu. Sandalyeler çok sıkışık olduğundan bayağı içice oturuyorduk. Yağmur’un kötü kokan keskin parfümü genzimi yaktı. Ayrıca bu koku kirli ten kokusuyla da birleşince daha keskinleşmişti. Rakı bardağımı burnuma dayayarak içtim. Bardağı masaya koymadan, sürekli içer havasında burnumda tutuyordum. Bir ara Sevgi’ye, masanın karşı tarafına geçmesini, çok sıkıştığımızı söyledim. Sevgi kalktı karşımıza geçti oturdu.
Travesti Yağmur,
“Yüzüme iyi bak, yüzüm gergin duruyor değil mi?” diye sordu.
“Eh iyisin” dedim.
“Botoks vurduruyorum da, her iğney240 bin veriyorum. Napim hayatımız çok zor, uykusuz kalıyorum kendime bakamıyorum” dedi.
Dedi ama, ‘botoks’ nedir ne işe yarar bilmiyorum,
“Tamam iyi” falan diyorum; ama anlamadan diyorum, ablanın gönlü olsun… Bir ara çaktırmadan Travesti Yağmur’u süzdüm. Uzun yüzü delik deşik, tahriş olmuş yerlerini koyu fondötenle kapamaya çalışmış, boktan bir makyaj yapmış; dudaklarını en adi rujla boyamış, bayrak gibi bağırıyor, zor iş… Uzun seyrek sarı saçlarını toplayıp, at kuyruğu yaparak bağladı. Bunları o kadar rahat yapıyordu ki, sanki birahane masasında değil de kendi özel odasındaymış gibi davranıyordu! Sevgi karşımıza geçmiş oturduğu yerden kardeşini izlerken,
“Abi nasıl, kardeşim güzel değil mi?” diye sordu.
Ben de, “tabi güzel, güzel çok güzel olmuş” deyiverdim.
Yağmur araya girerek, “Aman!.. Güzelim güzelim de, iş yok bugün. Bir müşteri bulamadım” diye hayıflandı.
Sevgi atıldı, “Daha saat erken yavrum, bende de iş yok. Bak abi iki bira söyledi idare ediyoruz, sen de içer misin?” diye sordu.
“Yok ben içmem, dur ama dur! Bir karışık meyva yerim, bugün bir şey yemedim. Sonra içki bana yaramıyor, çabuk sarhoş oluyorum, gittiğim herifler parada suyunu çıkarıyorlar, ama çok samimi olduğum gecelik müşterilerimle içiyorum.”
Bir ara yüzünü yüzüme doğru yaklaştırarak,
“Sahi ben güzel miyim?” diye yine sordu.
Ulan ikide bir “Güzel miyim?” diye soruyor. Ben de, “Yalandan, tamam güzelsin demekten yoruldum” diye düşünürken, ağzımdan yine de,
“Tabi tabi çok güzelsin” çıktı.
O da bana yılışarak “Sen de çok yakışıklısın” dedi.
Ben de işi makaraya sararak,
“Ne o, yağmur var, bu gün müşteri bulamadın diye beni mi gözüne kestirdin?” dedim gülerek. “Aaa niye olmasın değil mi? Kız gacı senin bir şeyin oluyor mu bu yakışıklı?” diye sevgiye sordu .
Sevgi, “Amaan Yağmur, o benim iyi arkadaşım. Hem eniştenin de tanıdığı. Hadi sen işe çıkmıyor musun?” dedi.
Yağmur, “Çıkıcam kız, biraz dinleneyim. Hem dışarıda yağmur fazla. Birazdan Taksim’e çıkıcam. Belki bir tane çıkar. Çıkmazsa bu gece bizim trakyalı ibnenin yanında kalırım. O, odaya 40 bin lira veriyor, yarısını ben verir kalırım. Müşteri çıkarsa kendi otelime götürürüm.” Bu arada yan masalar hem bizi dinliyor, hem kesiyorlar. Şöyle etrafı taradım, buraların tanıdık müdavimleri ile selamlaştım; masamda bir ibne, bir orospu, kimbilir neler düşünüyorlardır? Beni iyi tanıdıklarından akıllarına fazla bir şey gelmez ama yine de tanımayanlar,
“Vay orospu çocuğu! İki tane birden götürmüş’ diyorlardır.
Bu tipler her boku yerler ama başkalarının da dedikodusunu yapmadan durmazlar. Eh en aşağı katlarda takılan vatandaşların huyu, bu da böyle bir şey işte. Ben bunları düşünürken Travesti Yağmur,
“Hadi ben işe çıkim bari. Dua edin bana, valla bi tane olsun temiz olsun, ona da razıyım.” Sevgi ile ben onu dualarla işe uğurladık. Uzun boyu, at kuyruğu sarı saçları, mini eteğiyle kıvırtarak birahaneden çıktı ve yağmurlu havanın yumuşak karnına kendini attı . O çıkar çıkmaz Sevgi yanıma geldi,
“Bak gördün mü nasıl? Hani sana hep anlatıyordum. İşte gördün, nasıl güzel değil mi?” diye sordu. Ulan yine aynı soru!
“Sana benziyor” dedim.
“Tabi ya benzer. Ama saçlarını sarıya boyatmadan önce daha çok benziyordu” dedi.
“Bir ara ‘aramız iyi değildi’ demiştin, şimdi iyi galiba?”
“Yok be parası olsa tanımaz. Görmedin mi, sana bile sulanmaya kalktı. Hep benim yanımdaki müşterilere asılıyor. Doymuyor bu çocuk doymuyor. Bana, ‘kız gacı ben hiç doymuyorum’ diyor. Hasta, hasta… Adam hastası!.. Benim çok müşterimi götürdü!”
Sevgi öyle ki, kardeşi Yağmur’u arkasından yaylım ateşine tutmuş gidiyordu.
“Yav bi de kötü huylar edinmiş” dedi.
“Ne gibi?” diye sordum.
“Müşterilerin cep telefonlarını çalıyor, hırsızlık yapıyor. Ayıp ya kaç kere söyledim oğlum hırsızlık yapma ayıp, iyi değil, helalinden kazan diyorum ama dinlemiyor!”
Gülerek söze girdim,
“Kızım sen ne diyorsun ya?! Adam g.tü kaybetmiş, daha kaybedecek neyi kalmış ki, sen hala cep telefonundasın?! ‘Yok helalinden kazanacakmış!’ Kızım şimdi biz biraz evvel dualarla onu, hacca mı gönderdik, yoksa kendini yaptırmaya müşteri bulmaya mı? Boşver bu boş lafları be kızım, bırak bu işleri!” dedim. Sevgi yine de,
“Olmaz ya!.. Helalinden kazansın. Olmaz ya!.. Şikayet ederler hapse girer, dayanamaz içerde ölür bu!.. Olmaz yaa çalmasın! Bak bi kere benim eve bir tanıdık bir müşteri getirdi. Cep telefonunu çalmış gitmiş adamın. Adam polise gidecekti zor tuttum herifi. Bir de bunun yüzünden adama bedava verdim yaa!..”
“Off be Sevgi kafamı ütüledin ha! Sana ne be kızım, kendi hayatı! Sen kendine bak!” dedim. “Haklısın haklısın ama…” dedi ve mahzunlaştı, birasını fondipledi ve devam etti; sesine hüzün oturmuştu,
“Yok be abi anlamıyorsun… Benim canımın sıkıldığı şey, ben ilkokul ikiden bunu büyütmek için ayrıldım, okumadım. Elimle büyüttüm, altını ben değiştirdim, sonra ben ibnenin biriyle kaçtım. Evden ayrıldım beni bu hayata düşürdü. Neyse… Yıllar sonra gittiğimde bu kardeşim ibne olmuş, şaşırdım. Sordum, ‘oğlum kim yaptı seni?’dedim, teyzemin oğlu yapmış. Anneme söyledim inanmadı; kendi öz yeğeni ya, annem bunu böyle yaptı. Şimdi o ibne, kızkardeşimle evli. Ben konuşmuyorum. Off!.. Uzun hikaye, sonra anlatırım…”
Arkasından bi bira daha söyledi.
“İçelim, canım sıkıldı. Bu kafayla müşteri de bulamam.”
Neyse… Bana rakı Sevgi’ye bira geldi; tokuşturduk, fondipledik, sevginin hüznü bana çöktü. Dilsizleştim… Bir müddet sonra Sevgi,
“Abi ben kalkayım, belki bir iş çıkar” dedi.
“Ben de kalkacaktım” diyerek kalktım, hesabı ödedim. Ceketimin yakalarını kaldırarak, ağırlaşmış gövdemi yağmurlu havanın karın boşluğuna bıraktım. Ayaklarım kaldırıma değdiği anda kulaklarım boşaldı zannettim. İçerinin gürültüsü farkına varmadan kulağımı tıkamış olduğunu anladım,yüzümü gökyüzüne kaldırarak yağmurun beni ayıltmasını istedim, ellerim cebimde bir ıslık tutturdum...

GÖZÜME BAKAN İSKELE YAPARDI


Haa içiyoruz,dedim ya, ben içtimi,pislik oluyorum,sarhoş oldum,patlattım şişeyi kafasına,şikayet etti ,gittik ,karakol’a komser, niye vurdun adama dedi,bak komserim,bu adam benim dostum olur,bıktım bunun,benden içki parası,istemesinden,baksana bana 1.40 cm boyunda 50 kilo ağırlığında bir lokmacık kadınım yahu,yeter utanmıyormu?bu kocaman adam,bacak kadar kadından para istemeye dedim komser,şaşırdı bir şey diyemedi,bıraktı bizi eve geldik gene aynı terane, içki,kavga,dövüş,değişmez be kardeşim,bu hayat çok komik be,diye de ekledi.Emine abla 60 yaşlarında ,dediği gibi bacak kadar bir kadın,ömrü pavyonlar,ve sekizinci sınıf meyhane konsumatrisliğiyle geçmiş bu yaşamda da bir oğlu bir kızını da uyuşturucuya kurban vermiş acılı bir ana,abla acılarını anlatırken bile mizahi bir dil katar insanı güldürür,severim onu,rakıları tokuşturduk,sen de çok acılar çekmişsinbe abla dedim,sorma be sorma.60 yaşındayım,kimsem yok,çocuklarım öldükten sonra,ben kendimi yokuşdan aşağı bırakmışım gidiyorum,dedi arkasından bir of of çekti,bende üzülme be abla,bakarsın bir yerlerden talih sana da güler,kısmetin döner.dedim,dedim ama,söylediklerime ben de inanmadım,ulan kadının,hayatı kaymış,ben de kalkmış talih,kısmet traşı ediyorum,tam hödüklük benimki,öf be sanki ben dediklerime inanmıyorum da yılların kaşarı Emina abla inanıyormu? Nezaketen beni ve ısmarladığım içkileri sevdiğinden dinliyor,inanmadığını da yol görmüş kibarlığından yüzüme vurmuyor,ama daha farklı söylüyor,bak oğlum, sonumu,bende bilmiyorum.bir lokma ekmeğe,selam durmam gerekiyor.Onun için çok yoruldum,ben mutluluğu bulmak için 4 koca eskittim.çocuklarım ikinci kocamdan.onu biraz biraz sevmiştim eh ama erken öldu ha çok makbul bi adam değildi haa neyse be benim şansıma hep içkiciler düştü,şöyle sağlam bi koca bulamadım,inan olsun bulamadım.,baba hayatım çok güzel geçti,fakat koca hayatım,fos…Emine abla anlattıkca içiyor,içtikce anlatıyor ,bacak kadar ama maşallah içkileri peşpeşe götürüyor,onu dinlerken çaktırmadan inceliyordum,küçücük elleri ,küçükten biraz büyük göğüsleri,ne şişman ne zayıf bedeni,ama,gözleri bir başka bakıyor.deniz yeşili,anlamlı ve derin, Bu alem de tahminim,onu bu yaşa kadar bu gözler taşımıştır,zaten o da sözleriyle bunu perçinliyor.bak oğlum bana balık derlerdi,gözlerime bakan bana iskele yapardı,sonra efkar basıyor,hadı geçti be geçti vur hadi diyerek teselliyi içki de buluyordu.Abla minyon olduğundan kurtarıyor yaşını göstermiyordu,ama çok dikkatli yakından bakmıyacaksın,! Bak oğlum dedi ,evet dedim,bak ben sabırla nöbet tutuyorum gelecek bir kocayı bekliyorum,bu hayattan çeksin alsın beni,isterse 80 yaşında olsun,artık kaldıramıyorum bu hayatı tam 40 sene oldu,dile kolay , dile kolay dedim ya bir dilim ekmeğe selam durmaktan yoruldum,diyerek hayallerini koruyordu.Ah be Emine ablam,yapraksız ağaçlar arasında dolaşarak hayallerini kurutmuyordu.Emine ablayı yakın tanıyanlardan da dinlemiştim,hikayelerini çok hovarda kadınmış,hayatı hovardalık maceralariyla geçmiş,evliliklerinde dahi bu huyundan vazgeçmemiş,denizlerde hep kulaç atmış,karaya çıkmamış,çıktıysa dinlenmek için az çıkmış,bu da güzel be Emine abla yaşayabildiği kadar kendine göre güzel yaşamış,bu alemde zaten insanın ne umutları olurki,yalnızca yakışıklı adam hayalleri dışında,o da başka bir şey söylemiyor zaten kendine acındırmıyor ,yalnızca hani bir prens gelsin onu evine götürsün ,prens isterse 80 yaşında olsun,gelsin ablam eleği duvara asıp otursun ama bilmiyorum.gözleri gene fıldır fıldır bakıyor oturur ken girip çıkanları kesiyor tabi bana çaktırmardan,,ama zaman o deniz yeşili gözleri mutsuz bakıyor,kahırlı,,belki de bu hayattan sessizce çekip gidecek ,çok dikkatlice baktığımda içinin sıkıntısını görüyorum,saklayamıyor.,gözlerinden zaman zaman fırladı fırlayacak gibi oluyor,.zaman zaman da, o gözleri insanı her an dövecek gibi.Bir ara deniz yeşil”i gözlerinin bulutundan birkaç damla masaya döküldü ,belli etmedi,rakısına sarıldı,yudumladı,eğer Emine ablnın elinden gelse ,gücü yetse kendisini bu hayata taşıyanlarıbir sıçan gibi boğar,ama ablam hayatı biraz gırgıra almış,yalnız bir yolcu,bizlerin hiç hayal edemeyeceği yerlere kafasını alır gider,hanı ya yaşamda da hayali gerçek olsa 80 lik prens gelip götürse?ya yolda bırakırsa ,işte Emine ablamın,içindeki bütün dalları kopar ve kurur..Elimden ancak yolun açık olsun demek geliyor be Emine abla

‘GÖNÜL’LÜ BİR GECE

Yüzünde, asil geçinenlere ait yaldızlı maskeler takılı değildi. Hayat, bu maskeleri yırtıyor, Gönül, çırılçıplak bağıra bağıra konuşuyordu:
“Yok be abi, inan valla, ben istemedim. İstemeden, hep üstüme geldiler. Bunalımdaydım. Bana şekil yaptılar. Önce babasıyla takılıyordum, oğlu sonra çıktı. Birahanenin üstünde bir de oda vermişti babası, orda yatıyordum, geceleri koynuma geliyordu. Her şey yapıyordu, anlıyordum ama anlamıyordum. Gece yarısına kadar müşterilerle içiyordum, aynı yerde yatıyordum. Zaten komayım, ne anlıyacaktım? Pezevenk! Pezevenk işte! Hem çalıştırıyor, müşterilere satıyor, aynı yatakta kendisi işten sonra koynuma giriyor, ‘güzel karıcığım’ diye sarılıyor. Yemin ederim hiçbir şeyden zevk almıyorum be abi, hislerim bitmiş, bitirdiler be! Bitirdiler, üç çocuğum orda burda perişan. Puşt kocam, çekmiş gitmiş bir topal karıya. Hiç karı bulamamış, topal bir karı bulmuş, mahkemeye birlikte geldilerdi orda görmüştüm. Boşandık, sonra kol kola çıkıp gittiler be abi. Ben orada sik gibi ortada kaldım, nereye gideceğimi bilemedim. Sonra… Sonra çocukları anneme bıraktım. Zavallı kadın! Arada bir para veriyordum. Şimdi işler kesat, fazla veremiyorum. Büyük kız evden kaçmış kim bilir nerede? Kim arayacak? Kocam olucak göt de ortada yok. Göt herif, inşallah kurşunlara gelir! Töbe töbe, beddua ettim. Yine de çocukların babası. Neyse… Göt ibne, şerefsiz herif! Sattı, sattı beni o topala; görmedi, görmedi benim güzelliğimi. Bak, yav abi hiç şekil yapmadan konuş, ben güzel değil miyim?”
İşte, konu döndü dolaştı, kadınsı bir soruya takıldı kaldı. Ulan, ne biçim hayat be! Şu kadınların hepsinde gördüğüm şey; ister diplomalı, ister vesikalı olsunlar, duymak istedikleri tek şey, “çok güzelsin” sözleri. Ne varsa?! Gönül’ü ilk tanıdığımda çam yeşili, kendinden sürmeli gözleri, uzun sarı saçları, uzun boyuyla, dikkat çeken bir kadındı. Zaman içinde bu boktan hayat onu, sürekli şişik gözleri, kırık dişleri ile çirkinleştirmişti.
“Ee, söylesene” sesiyle kendime geldim.
Ağzımdan birden,
“Evet çok güzelsin” çıktı ve sustum.
Etrafı taradım, birahane bu gece çok tenha, toplam on kişi var yok. Onun için fazla oturduk, yoksa bir müşteriye takılmış olurdu. Neyse… Gönül akşamdan beri sürekli rakı, bira, votka, karmakarışık içti sarhoş oldu. Ama kabul etmiyor; zaten hiçbir sarhoş, sarhoşluğunu kabul etmez ben dahil… Bu sözlerim üstüne birasını sonuna kadar dikti,
“Dinle beni, bak dinle şekil yapmadan” diyerek makineli tüfek gibi konuşmaya başladı:
“Şu yüzümdeki kesiklere bak, görmüyor musun? Gözlerimin moru daha geçmedi. İzi yok mu? vaar” diyerek ayağa kalktı; oturduğum yerin arkasındaki duvar aynasına bakarak, daha yüksek sesle konuşmaya başladı.
Zannediyorum ki aynada kendini görünce hırçınlaştı. Birahanedekiler dönmüş bizi dinliyordu. Sakin bir sesle,
“Otur be gönül, otur! Daha yavaş konuş be kızım, herkes bizi dinliyor” dedim. Sesini daha yükselterek,
“Dinliyeni sikim laan, dinlesinler! Şu surata bak be, bak be! Sen de şekil yapıyorsun bana be! Sen de aynı boksun! Erkek değil misiniz lan?! O pezevenk de aynı, oğlu da aynı. İkisi bir sikiyorlar beni! Bir gün birisi, bir gün birisi! ‘Onunla yatmıyacaksın lan öldürürüm!’ diyorlar. İkisi de dövüyor beni, dövüyorlar beni!”
diyerek iyice boşalıyordu. Olsun, boşalsın. Ve yerine oturdu hıçkırıklarla. Gözlerinin kuyusundan yanaklarına yaşlar damlamaya başladı. Hıçkırıklarının arasından sürekli, “İkisi bir lan! İkisi de şerefsiz, pezevenk bunlar! İkisi de lan, ikisi de! Sokaktayım ben, sokaktayım lan, sokaktayım!” diye diye biraz sakinleşti.
Onun bağırmalarına katlanıyorum; çünkü, ayna gibi gerçekleri yansıtıyor, kızmıyorum. Gönül iyice sakinleşmişti.
“Kusura bakma, sana da bağırdım. Sen bana yemin ettin, güzelsin dedin. Ona çıldırdım, utanmadan yalan söylüyorsun; sen de, herkes gibi şekil yapıyorsun, sen bari yapma, sen yapma bee!” diyerek sustu.
Ağlaması kesilmişti, şimdi karşımda insana hüzün veren trajik bir görüntü vardı. Zayıf ve korunmasızdı, haklıydı... Bu kadar pisliğin içinden bulutlara bakmak, çok kolay değil. Neyse...
“Gönül, bak” dedim. “Benim utanmama gerek yok, inan seni aşağılamıyorum, doğru söylüyorum, yine de güzelsin, inan şekil yapmıyorum, sana hiçbir zaman yapmadım da.”
Bunları dilim söylüyordu ama içimden bir ses, kendime, “İki yüzlüsün” diyordu. Çünkü Gönül şu an çirkindi.
“Doğru, şekil yapmadın. ‘Madem güzelim yat benimle’ dediğimde neden yatmadın benimle? Şeyin mi kalkmıyordu? Kalkıyordu, kalkıyordu biliyorum kimlere kalktığını; ama haklısın, benim her gün gözüm, suratım şiş. Al işte, dişler de gitti. Gözümün morluğu hala geçmedi. Sen de haklısın tabi, haklısın. O zaman da ‘güzelsin’ diyordun. Neyse be, boşveeer, hadi iç be iç!” diyerek koca bardak birayı bi çekişte götürdü.
Rahatladı. Gerdanına dökülen biraları elinin tersiyle sildi. Bir bira daha istedi. Araya girerek,
“Gönül ben kalkıcam işim var” diyerek ayağa kalktım, gittim hesabı ödedim. Tam çıkacakken,
“Bi dakka” dedi. Döndüm, “Bir yirmi kaat bırak da git. Bu kafayla, o ibnelerin yanına gidemem. Otele gidicem, gidersem kafamı gözümü kırarlar bunlar” dedi. İkiletmedim, çıkarıp yirmiyi toka ederek, açık havaya çıktım. Nefesim bitmiş, akşamdan beri içimde hiç oksijen kalmamış. Derin derin nefeslendim. Biraz kendime geldim. Bazen kendimi İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman tanklarına benzetiyorum. Çünkü bu kadar yükle, nasıl ezilmediğime şaşıyorum. Bir taksiye bindim. Gönül’ün,“ikisi bir, baba oğul sikiyorlar” sözlerini söyleyerek yerleştim koltuğa. Şoför döndü,
“Bana mı dedin?” dedi.
“Yoo, ben bir şey söylemedim” diyerek sustum.
Ama bu sözcükler beynimin en ince damarlarında tur atıyordu...

SAHTE SARI SAÇLI

Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yürüyorum, içimde bir boşluk. Havası fazla verilmiş bir balon gibiyim. Ayaklarım yere değmiyor. İstiklal’de iki tur attım. Bir kahvede çay içtim. Etrafıma selam vermeden, kendimle boğuşuyorum. İçimden ” n’oluyor lan bana”, dedim. İşte bu içimdeki sese uyarak durdum bir an... Yine yürüdüm.
“Alla alla, ne oluyor bana,” diye tekrar kendi kendime sordum...Evet evet, uzun zamandır yalnızdım, kapı dışarı çıkmamıştım. Demek ki, yavaş yavaş patlıyordum. Bir kadın arkadaşım yoktu. O da önemli değil, uzun zamandır bir kadın eli tutmamışım, dokunmamışım, ne kadar da özlemişim bir kadın tarafından dokunulmayı. Etrafı gözlerimle taradım, biri bir kadınla sarmaş dolaş yürüyor, bir diğeri bir masada iç içe sokulmuşlar muhabbetteler falan filan manzaralar... Onları gördükçe içimdeki dürtüler iyice arttı. Azgınlaşıyorum galiba, yahut da hastalanıyorum. Hani bir şarkı var ya “depresyondayım” diyor. Ben de depresyona giriyorum galiba. Ulan, dışarıdan nasıl görünüyorum, diye düşündüm, etrafa baktım benimle ilgilenen bile yok. Sittir et, beni gözleyen varsa da muhakkak içinden “bu tik’li hıyarın biri, yahut da sinirli bir hıyar “, demiştir. Yoksa şeyimi ortaya çıkarıp sallamıyorum ya. Kalktım, aşağı sokaklara doğru yürüdüm. Gözlerim bir projektör gibi, boş sokaklarda kadın aradım. Yolda boktan bir birahanenin tuvaletine girdim, işedim sonra aynaya baktım, keşke bakmasaydım. Perişan durumdayım. Yüzüm yorgun, yanaklarım sarkmış, gözlerim ölü gözü gibi bakıyor. Hani ‘nasılsın?’, diye sorsalar o an “pisim pis, ruhsuzum”,derdim. Neyse, çökük moral bozukluğuyla tuvaletten attım kendimi dışarıya, sokaktayım. Hızlı hızlı yürümeye başladım. Yalandan yere ağzımı, gözümü oynatarak egzersiz yapmaya çalışıyorum. Neymiş, çok dinamikmişim. “Aslan gibiyim” diyorum kendime. Aynaları sittir et, camı kötüdür “iyi göstermemiştir” falan derken başka bir boktan birahanenin helasına gittim. Aynaya baktım, yine aynı fotoğraf, daha da çöktüm. Sinirlendim, çıktım. Doğru tanıdık en paspal bir birahaneye yollandım. İçeri girdim, sigara dumanından daha oturmadan gözüm yandı. Ekşi bira kokan kalabalığın arasından geçerek bir iki tanıdığa selam sarkıttıktan sonra kenarda bir masaya çöktüm. Çok acil yarım şişe rakı söyledim. Mezesini beklemeden bir duble fondipledim. Peşinden bir daha... Oh be! Rahatladım, kendime geldim. Şimdi etrafı daha iyi görmeye başladım. Çişim geldi, inat ettim helaya gitmedim. Aynaya bakıp da tekrar moralimi bozmak istemedim. Tanıdık bir iki orospuyu gülerek selamladım, onlar da dünden hazırmış, yanıma gelip “n’aber yakışıklı”, dediler. Allaaaaah! Birden canlandım”oturun”, dedim. Birer bira da onlara söyledim. Orospuların sahte iltifatlarıyla işte şimdi aslan oldum. Gözlerimin ışıldak gibi parladığını fark ettim. Diğer masaları taradım, tararken de içimden “ben bu gece mutlaka bir kadınla olmalıyım”, diye düşünürken uzun koridorlu birahanenin tuvaletine yakın bir masada oturan elli yaşlarında, sonradan olma sarışın seyrek saçlarının kakülünü önüne dökmüş, bol makyajlı bir çirkin kadına gözlerim takıldı. Yalnızdı. Mahzun oturuyordu. Hiçbir masaya çağrılmamış galiba. Önünde içki de yok, belli ki zil. Yanımda oturan ablaları gönderdikten sonra gözlerimi uzaktan atılan kama gibi sarışın çirkin kadına sapladım. Çirkin, sahte sarışın kadın sağını solunu zavallı bakışlarıyla tararken göz göze geldik. Güldüm. Kafamla masama çağırdım. Önce telaşla kalktı, sonra keklik gibi seke seke yanıma geldi. Kalktım, “buyur”, dedim oturdu. Tavırları bir orospudan çok, emekli öğretmen gibiydi. Yüzüne baktım, birahanenin kötü ışıkları içinde bol makyajının altındaki çizgiler daha derin görünüyordu. Çizgileri kapatmak için makyaj yapmamış da sanki boyanmıştı. “Ne içersin?”, dedim, sahte sarı seyrek sarı saçlarının kakülüyle oynayarak, ağzını büze büze, havalara bakarak “rakı içebilir miyim?” dedi. Bir ufak rakı, peynir söyledim. Şaşırdı. Utangaçtı. Yahut da hala kendisinin masaya kibarlıkla davet edildiğinin şaşkınlığını yaşıyordu. Rakısını ben koydum, o hala sahte sarı seyrek saçlarının kakülüyle oynuyor, onları aşağı aşağı eliyle tarıyordu. Adımı söyledim, adını söyledi; “Gonca”. O an içimden güldüm ona fark ettirmeden. Kendi kendime “ah be ablam, senin goncalığın mı kalmış, mezarlık gülüne dönmüşsün”, dedim. Hep ben konuştum, sorular sordum o nazikçe cevapladı. Cevaplarının yarısından fazlası yalandı. Mesela, öğretmenlik yaptığını söyledi, bu hayatın kadını olmadığını, buralara oturmak için geldiğini söyledi. Dili de hafif peltekti. İşte bunların hepsi yalan sözlerdi. Ben aniden “bu akşam müşteri yok mu?” diye sordum, “yok, iki gündür yok”,dedi.
Bir an boş bulunduğunu anladı, “ben zaten aramıyorum ki”, dedi. Bir sigara almamı istedi. “Ne sigarası içiyorsun?”, dedim, “Malboro”, dedi. “Oooo, emekli öğretmen maaşıyla Malboro’yu nasıl içiyorsun?”diye sorduğumda “yok canım, ara sıra”dedi.
Kısaca, karşılıklı oynuyorduk. Çaktırmadan ben onu inceliyordum. Bir ara yüksekçe güldüğünde sol tarafındaki gerilerden iki dişi eksikti, ama çirkin durmuyordu. “Ne dedim de güldü acaba?”, diye düşündüm, gülünecek bir şey söylememiştim. Ama anladım. Etrafa “bakın bakın ben de aslan gibi biriyle oturuyorum”demeye getiriyordu, bol bol kahkaha atıyordu. Olsun be, ben de dünyada ne kadar yalan iltifat varsa sıraladım. Ben iltifat ettikçe o içti, ben içtim. Kafam çakır olmuştu, maşallah o hala dimdikti. Üçüncü ufak geldi, onu da götürdü ‘tık’ yok. Kaç gündür içmedin?” diye sordum, “üç dört gündür bir ufak falan içtim”dedi. Ben de içimden, “bu, toptan arayı kapatıyor”,diye düşündüm.Sonra kapanma saatinde,” nereye gideceksin?” diye sordum, “ev çok uzak, Avcılar’da, belki otele giderim,” dedi. “Bana gidelim mi?”, dedim, atladı “tamam” dedi. Ben önden, o arkadan beşer dakka arayla çıktık, köşede buluştuk. Saat sabaha dönüyordu. Yürürken koluma girdi, birden “işkembe içelim mi?”, dedi, acele, “sevmem!” dedim, “yahu, şimdi ben bununla yatıcam, bir de sarımsak yerse...” “Hadi, benim kafam iyi oldu, evde ne varsa yersin”, dedim. Eve geldik. Ellibeş merdiven çıktıktan sonra odaya giriş kapısında beş dakka nefeslendi. Sonra geçti bir sandalyeye oturdu, “içki var mı?” dedi, “var”, dedim. Yemeği memeği unuttu. “Önce bir banyo yap”, dedim, tekrarlatmadı, “tamam”, dedi. Uzun uzun yıkandı. Demek, çok zamandır yıkanmamış. Banyodan çıktıktan sonra temiz bir fanila verdim, bi de pijama... Giyindi, gelip karşıma oturdu. Yüzüne baktım, yanakları pembe pembe olmuş, güzelleşmiş gibi geldi, ya da benim kafa güzelleşti. Makyajsız yüzünün çizgileri yaşanmışlığın şahitleriydi.
Uzun uzun oturduk. “Kaç para alıyorsun?”, diye sordum, “önemli değil”, dedi. “Kaça gidiyorsun?”,diye sordum, utanarak gözümün kuyusuna derinlemesine bakarak, “on-onbeş bin”,dedi, “peki, ben sana bir yüzlük tokalarsam,sabaha kadar beni yalnızca ellerinle sever misin? Yatmak yok”,dedim. Şaşırdı. Bir şey soramadı, aniden beğenilmemişliğini yüzüne vurduğumu sandı. İzah ettim. İsteklerimi söyledim. Eskilerdendi, dediğimi anlamıştı.
Işıkları söndürdüm, yatağa uzandım. O karanlıkta soyunurken, sokağın ışıklarının odaya yansıması vücudunu belli belirsiz gösteriyordu.
Pörsümüş göğüslerini tutarak yanıma uzandı. Yumuşak dokunuşlarıyla görevine başlamıştı. Ben cambazhane teli gibi gergin, iki elim kafatasımın arkasında hareketsiz yatıyordum.
Bir saate yakın vücudumda öpmedik, ellemedik bir santim dahi atlamadan, severek gergin teli gevşetmişti. Pörsümüş göğüsleri göbeğinin altındaydı, uçlarını vücudumda gezdirirken anlaşılmasın diye üzerime biraz fazlaca abanıyordu.Benim de bu ara gergin, elektrikli gövdem rahatlamış cinselliğim kabarmıştı. Ama olmazdı, ben böyle gözlerim kapalı düşünürken birden “ Ahhğ...Ahhhhhğ... Dayanamıcam, dayanamıcam”, çığlıklarıyla üzerime abandı, öylece kalmışım.

BEN, BERBER, SANAT ve PANTER

Gecenin karnında tiz bir ses,
“Bir dakka lan!” diye patladı, durdum.
Döndüm, karşımdaki sesin sahibi tanıdık.
“Merhaba, bana mı söyledin?”diye sordum.
“Sus lan!” dedi.
“Alla alla” dedim içimden, “Bu herif bana takmış acaba niye?” Adını bile bilmem, yalnızca takıldığım mekanlardan göz aşinalığım var; ayrıca hiç sevmediğim dilde ve tonda konuşuyor. Hani benim de bir huyum var; ‘ulan mulan’ denildi mi bütün damarlarıma tik girer, gerilirim. “Ne var lan, bir derdin mi var?!” dedim.
Benim bu, ‘lan’ kelimesiyle bağırmam onu hafif ürkütmüş olacak ki, daha düşük sesle,
“Sen hiç delikanlı değilsin” dedi.
Haydaa!... Ulan, herifin sesi hem düşük hem de racon kesiyor.
“Ulan oğlum derdini söyle! Sen delikanlı ol yeter!”
“Bunları, ta gözlerinin içine bakarak söylemiştim. Bu alemde insanlarla konuşurken gözlerinin içine bakacaksın, rahatsız edeceksin; daha şimdiye kadar göz göze konuşan bir insan görmedim, kadınlar hariç… Hemen kafalarını ya yan tarafa, ya öne eğerler. Neyse… Sesi daha düştü,
“Naciye sana tav değil mi?” diye sordu.
Afalladım,
“Naciye de kim dedim?”
“Benim eski manita” dedi, duraksadım.
İşin rengi belli olmuştu, kafamdan alemin kadınları geçti ve,
“Naciye dediğin Panter Naciye mi?” dedim.
“Bak” dedi, “Nasıl tanıyorsun? Tabi be anam, tanırım senin manita o mu? Tabi o; ama hep seninle otururken görüyorum. Geçenlerde bana, ‘ben ona takılıyorum’dedi.”

Off ulan Off!.. İşte cinayet böyle çıkıyor.
“Yok be aga! Tanırım da kardeşim gibidir. Ben herkesle otururum; benim işim ayrı, öyle bi şey yok, olmaz da… Seni kıskandırmak için söylemiştir, hadi kalk gidelim yanlarına; Ganyan Birahanesi’ndeler, orda gördüm, hadi gel” dedimse de, bu sefer de o sessiz kaldı.
Kafası önde, sağ eli pantolonun göt cebinde; ceketi elini kapatıyor. Bu alemde sessiz insan beni korkutur. N’olur n’olmaz, aradaki o mesafeyi fazla kapatmamak gerekir. Ben de suskunum şimdi, n’olucak?! Öylece duruyoruz, karşılıklı. Hafiften terledim, soğuk ter işte böyle… Bir an tekrar konuşacaktım ki, yavaşça kafasını kaldırdı. Ben de kendi kendime, “Boşver, bir şey söyleme” diye tembihledim.
“Boş ver, sen ona bir şey söyleme, ben icabına bakarım” dedi.
“Nasıl?” diye sordum.
O yine, “Tamam boşver sen, kusura kalma” dedi, arkasını döndü, yürüdü ve ilk ara sokaktan sıyrıldı.
Yerimden hiç kımıldamadım. Biraz sonra ben de geri dönüp çıktığım birahaneye geldim. Beni görenler,
“Ooo hocam gitmedin mi sen?” dediler.
Zoraki gülerek,

“Daha kafam olmamış, gitsem uyuyamam” diyerek boş bir masaya oturdum, rakı söyledim.
Daha ilk yudumu almadan bizim Kaptan damladı; Kaptan dediğim de, bir yerlerden eski bir kaptan şapkası bulup takmış, bir ayağı topal; yani sahte kaptan… Palavracı, sinyalci bir arkadaş; rakısını doldurdu,
“Senin tadın kaçmış” dedi.
Kurnaz… Bir şey gözünden kaçmaz.
“Yok” dedim, ama yemedi.
“Ben anlarım. Seni tanırım, atma” dedi.
Ulan bu alemde herkes kurnaz! Herkes insanı benden iyi tanıyor; bu adamlar diplomasız psikolog… Rakıları tokuşturduk. Akşam içtiklerim uçup gitmişti. Geceye kaldığı yerden tekrar başladık, ilk söze ben girdim:
“Kaptan, bu Panter Naciye’nin adamı kim?”
“Haa, şu pis karının mı? Onun adamı madamı olmaz be abi; söğüşler, para bitti mi şut… Son bir berber vardı, attı galiba.”
“Nasıl bir adam?”
“Orta boylu, kara bir tip; fazla konuşmaz. Haa bi de cebinde, galiba devamlı bir ustura varmış. Soranlara, ‘bu benim sanatım’ diyormuş.”
Kaptan konuşurken aklım geriye sardı. Herif, kaptanın dediği tipti, eli de göt cebindeydi. Demek sanatı da!.. Vay be, biraz aptal olsak, adam bizi sokakta traş edecek. Kaptanın,
“N’oldu daldın abi?” lafıyla masaya döndüm.
“Hiç” dedim.
Sonra olayı anlattım.
“Ben anladım zaten” dedi. “Fena adam değilmiş; ama senle ne işi olur, o orospu gazlamasın? Sen de bunlara fazla yüz veriyorsun.”
“Yok be oğlum, ben onlarla otururum, ama senin dediğin gibi değil.”
“Biliyorum abi biliyorum. Sen kendi işini yapıyorsun, bizi dinliyorsun, yazıyorsun. Kafana göresin, seni severim, boşver.”
“Kaptan, traşı uzatma” dedim.
Ama Kaptan uyanık, farkında olmadan ben de endazeyi kaçırıyorum. Galiba suratım da yumuşak. Bazen böyle göz kestirenler de oluyor, daha önceleri de çok başıma gelmişti; derken, içeri Panter girdi. Kaptan hemen atladı, Panter’i masaya çağırdı. Panter geldi, beni öpmek istedi,
“Nezleyim” dedim.
Oturdu, bira söyledi. Yine kaptan sordu:
“Kızım sen ne ayaksın, berberi ne yaptın?”
Panter, sinirle:
“Siktir et be kaptan berberi mermeri; parası yok, Tarzan! Bir-iki takıldık, yüz buldu; yok, ‘onla oturma’ yok, ‘bunla oturma.’ İbneye bak! Sanki beni besliyor. Geçen gün de ‘bak, artık’-beni göstererek-‘abiyle takılıyorum’ dedim. Belki korkar da, peşimi bırakır ibne. N’oldu, bir şey mi var?”
Kaptan araya girerek,
“Bak kızım sen manyak mısın?! Bak, abinin yoluna çıkmış, ‘beraber misiniz?’ diye sormuş; öyle değil mi abi?”
Bu arada Panter ayağa dikildi,
“Vay ibne! Ulan ben onu bulurum! Göt bunlar be abi! Sahte kabadayı, aç kabadayı bunlar!” diyerek oturdu, birasını yudumladı.
Ben de sinirlendim,
“Bak kızım, yalandan da olsa, bir delikanlıya böyle şeyler söylenmez.”
Panter, “Şeyimin delikanlısı bunlar” diye cevapladı.
Bu arada bütün birahane bizi dinliyor; beni tanıyanlar uzaktan, “Siktir et” gibilerinden kafalarıyla işaretler yapıyorlar.
“Off sıkıldım!”
Bir an bağırmışım:
“Kalk kızım masadan!”
“Ne var be n’oldu?” diye kekelerken,
“Sen de bunlara uydun be abi” diyerek kalktı.
Bir şeyler geveleyerek başka masalara doğru gitti. Ben de bir an sinirlendim; ama hemen kendime döndüm, rakımı fondipledim. Bir anda eski lümpenliğimi giymiştim. Bu halime Kaptan da şaşırdı. Neyse… Rakı rahatlattı, “Neden? Niye? Niçin?” kelimeleri beynimde kolgeziyor, beynimin duvarlarını dövüyor…
Kaptan’ın,
“İyi misin?” sorusu beynimin dövülmesini durdurdu.
“Kusura bakma Kaptan, ben bazen böyle olurum.” diye cevap verdim.
“İyi yaptın. Bu orospulara böyle yapacaksın. Bunlar bundan anlar.”
“Tamam tamam Kaptan uzatma” dedim.
Bu arada masaya, Kaptan’ın dostu geldi; eski travestilerden Seren.
“Naaber aabii? diyerek elimi sıktı. Kaptan’la kucaklaştılar, içiçe oturdular, bira söyledi. Kaptan saniyede olayı Seren’e geçti. Seren tüm kaşarlığıyla,
“Vaay kaltak! Aabiiyi niye karıştırıyor? Sen bunlara aldırma aabii!” diyerek akıl da verdi.
Sessiz kaldım. Sonra, “Niye bu kadar uzattık?!” diye de kendime kızdım ve onları orada bırakıp, temiz havaya attım kendimi; derin derin nefeslenerek kendime geldim, doğru evimin yoluna uzandım. Odamdaydım artık.
Ve yazdım…
Sonra yazının devamı da geldi, tamamladım…
Çünkü o gece Panter, meyhane çıkışı berberinin sanatıyla apış arasından kesilmişti…