15 Aralık 2009 Salı

KESİK AYNUR

Onu her gün görüyordum. Beyoğlu'nda oturduğum evin karşısın­da bulunan ayakçı büfesinin önünde sürekli gelip bira içiyordu.
Yanından sıyrılarak geçerken, ister istemez selam verdim. Ondan umulmayan bir ses tonu ve nazik tavrıyla selam verdi.
Bu ummadığım karşılık hoşuma gitmişti.
Kimdi bu kadın? Perişan, kirli, çirkin. Her gün büfenin kapısının önünde bira içen bu kadın, neyin nesiydi? Bazen kapıdan çıkarken bazen camımdan aşağı baktığımda görüyordum.
Öğleye doğru geliyor, bir bira içip gidiyordu. Ona yakın olabil­mek için hiç alışveriş yapmadığım o büfeden, alışveriş yapmaya başladım.
Onu ilk gördüğüm zamanki halinden duyduğum tiksinti kalmamış­tı içimde. Çünkü adını sonradan öğrendiğim Aynur (hayat kadını adı Muazzez), bana yakın gelmeye başlamıştı. Onda bir yaşam var di­yordum. Sonraları arkadaş olduğumda içimde isyan ateşi patladı.
“Ulan hayat, ulan yer, ulan gök, ulan taş, ulan dağ, ulan ulan bütün apartmanlar... Yaşayanlar, yaşamayanlar, memleketinizin anasını...” dedim. Ama kime? Kendi kendime. Ben de öyle adamım ki ne se­vincimi, ne de nefretimi dışa haykırabilirdim.
İşte bu duygularla başladı dostluğumuz. Onunla arkadaş olduktan sonra iç dünyası, fiziki çirkinliği örtmüştü.
Çirkinleştirilmiş gövdesi beni hiç mi hiç ırgalamıyordu. Evimde aynı kaptan yemeği paylaştığımız zamanlar oldu.
Burun deliklerinin alt kısmından kalkmış küçük bir parça çapaktan, sapsarı olmuş kirpiklerinin arasından bakan, kıpkızıl olmuş diye adlandırabileceğimiz iki yeşil nokta; yırtılmış, dikilmiş ağız, mağaraların içinde görülen kirli küçük kaya parçalarını andıran, seyrelmiş sarı dişler ve kafasının bütünlüğünü tamamlayan, siyah karışımı kirli bir elbiseye benzeyen saçlar ve kulaksız bir baş.
Aynur'un yüzüne baktığınızda bir ifade göremezdiniz. İfade verecek bütün organları tarumar edilmişti.
Onu yalnızca ses tonu ve eski orospuluk zamanından kalma, müşterilerini kafakola almak için yaşamın kendisine kazandırdığı nezaketinden tanıyabilirdiniz.
O nezaket soylu hanımefendilerin, özel derslerden sonra takındıkları nezaketten değil, orospuluk mesleğinin kuralları gereği takındığı meslek nezaketi; fiyatını da belirleyen bu kurallı nezaket!...
Orospuluk kendi kuralları içinde kuralları olan bir meslek, türlü adama ayrı ayrı davranış ve bütün bunlardan sonra üstüne gelen bıkkınlık!
Hamalı, hamalatı, genci, yaşlısı, pisi temizi... Yani müşterilerden gelen bıkkınlık. İşte o zaman Orospuluk Alemi'nin değişi kurallarından biri olan dost (sevgili) olayı burada ortaya çıkar. Bir orospunun günde kırk kişiyle yatması, ayda bin iki yüz kişi ile yatması işi gereğidir. Onu ilgilendiren bin iki yüz birinci kişidir. Dost, yani sevdiğidir.
Yalnızca sevdiğinin onunla ilgilenmesidir. Dostundan gördüğü bir ihanet karşısında deli develerin, çadırları yıktığı gibi, o da etrafını yıkıp devirmeye başlar.
Aynur'un günde, hiç tanımadığı kırk kişiyle yatması, üstünde tüm şehrin yorgunluğu ve bacaklarının sızlamasıyla girerken yatağa, kazandığı parayı verirken dostuna, hep kar gibi beyaz gelinliği ile gelin olmak rüyalarını süslüyordu. Unutuyordu bütün yorgunluğunu. Ömrü boyunca başkalarının sesiyle yaşarken bıçaklanmış, kendi sesiyle haykırmıştı.
Aynur Bulgaristan'dan göç etmiş bir ailenin kızıdır. Göz dolduran fiziği ömrü boyunca başına dert olmuş, bir yağlıboyacıya aşık olarak evinden İstanbul’a kaçmıştı. Kocasının kazancı evlerinin geçi­mine yetmeyince, kocası tarafından hayat kadınlığına itilmişti. Ve netice: Genelev. Genelevde çalışırken bir görüşte vurulduğu aşk: Çanakkaleli Mahmut… Kocasını terk ederek Mahmut'la beraberlik ve bir erkek çocuk.
Mahmut yakışıklı, külhanbeyi, etrafında başka kadınların da gez­diği bir asalak. Aynur Mahmut'u çok sevmiştir. Herkesten kıskan­maktadır.
Bir gün onun, kendisine ihanet ettiğini duyduğunda, çıldırır, de­virir. Ve ilk aklına gelen kıskandırmak olur. Tüm insanların ilk aklıma gelen boktan klasik metot.
Mahmut'u kendisine yeniden bağlamak için Mahmut'un en yakın arkadaşıyla samimiyeti arttırır. Bu samimiyette art niyet yok, yalnı­zca kıskandırmak vardır. Fakat bu hareketi kendisine çok pahalıya mal olur. Olay renk değiştirir.
Mahmut önce en yakın arkadaşını Belgrat Ormanları'na yemeğe da­vet eder. Yenilip, içildikten sonra, sarhoş olan arkadaşını bir ağaca asar.
Sonra Aynur, Mahmut'un bıçağıyla karşı karşıya gelir.
Mahmut,
“Hapise gideceğim ama sana öyle bir ceza bileti kese­ceğim ki, ömrün boyu taşıyacaksın” diyerek Aynur'un güzel yüzü­nü tarumar etmekle kalmayıp, bıçağını apış arasına da vurmuştur.
Aynur ömrünün geri kalan kısmını güzelliğinden ve kadınlığından yoksun olarak Beyoğlu sokaklarında sigara ve kibrit satmakla geçirir.
Yıllar sonra Darülaceze'den bir ailenin yanına verilen oğluna, bü­yüdüğünde, Beyoğlu'nun bir köşesinde kibrit satan, bir yaratığa benzeyen Aynur,
“İşte asıl annen bu” diye gösterilir.
Fakat oğlu çirkinleştirilmiş kadına annem diye sarılamamıştır. Aynur anne de ola­mamıştır.
Yıllardır yattığı Beyoğlu kaldırımlarında, bir kış günü hastalandı­ğında, tanımadığı oğlu tarafından hastaneye yatırılır. Kısa bir sü­re sonra ölür. Geriye, tanıyamadığı öksüz oğlu, hapisten çıktıktan sonra, başka bir kadınla yaşayan Azrail ve üşümesin diye başkala­rının verdiği eski yorganı kalmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder