15 Aralık 2009 Salı

AYGIR LEYLA























Geçenlerde saat gece yarısına yakın, on sıralarında, Tarlabaşı’nda yürüyorum.
Bu saatlerde Tarlabaşı sessizliğe bürünür. Havasına alışık olan veya olmayanlara korkuyla karışık bir tedirginlik çöker. Havasından mı, suyundan mı nedir derler ya, onun gibi bir şey.
Yürüyorum. Karakol yönüne doğru 200 metre yürüdüm yürümedim, pat önümü biri kesti. Kirli sakallı, bıyıklı, deri montlu orta boyda biri.
“N’aber?” dedi.
“İyi” dedim.
Sigarasını yaktı. Ben de kendi sigaramı çıkarıp yakacaktım ki, fırsat vermedi. Malborosunu uzattı, aldım yaktım. Hani içimde bir merak, “N’olucak?” halinde bir şeyler söylemeye niyetli havası var. Bir yerlerden gözüm ısırıyor ama, çıkaramadım. Onun davranışları beni tanıyor gibiydi.
“Buyur, ne var?” dedim.
Gözümün içine baktı baktı,
“Bir elli milyon versene” dedi.
Ben de ta gözlerinin içine bakarak,
“O kadar param yok” dedim.
“Vermezsen ben de söylemem” dedi.
Allah Allah, bu paspal herif bana neyi söyleyecekti ki? Hiç tanışmıyorduk.
“Yav benim param yok, sen ne söyleyecektin?” diye sordum.
“Olmaz, hem paran yok, hem meraklısın” diyerek çekti gitti.
Arkasından baktım yalpalıyordu. “Ulan, bu herifin benimle ne alışverişi olur ki bir şey söylesin? Siktir et, gitsin!” diyerek yürüdüm. Yürürken de düşünüyordum, “Ulan, bu da sinyalin başka bir çeşidi galiba, yeni moda. Moda moda da, fiyatta hiç pazarlık yapmadı, direk elli dedi!.. Sanki devlet sırrı verecek hıyar, ‘bir onluk’ deseydi verirdim inanın ama, ellilik olmaz, soyguna girer, hiç gelemem…”
Hani biz insanlar meraklıyızdır ya, eften püften şeyleri bile merak ederiz. Hani falcılar da aynı ayağı yaparlar. “Bak bi şey gördüm, at bi beşlik” der koparır. ‘Beş beş’ parayı alır. Sonunda, bir aşk ayağı atar ya… “Yakışıklı bir erkek gözüküyor” der. Erkeksen, “Esmer bir karıyla tanışacaksın” der.
Sinyal çekmenin modern biçimi. Neyse, bunları düşüne düşüne, Ganyan Birahanesi’ne geldim. İçerisi toz duman, leş gibi kokuyor. Bir köşe buldum, oturdum. Garson Memiş koştu geldi. Memiş’i severim, candandır. Yarım şişe rakı, beyaz peynir söyledim, geldi. Bir teki hemen yuvarladım. Karnım tok, peynirle idare ederim diye düşünürken, masaya Leyla damladı, Aygır Leyla. İri yarı olduğundan bu alemde lakabı Aygır’dır.
“Buyur” dedim.
Ses yok. Belli, kesat.
“Otur” dedim.
Tekrarlatmadı, bira söyledi. Ooo, iki fırtta koca birayı sömürdü gitti. Peşinden bir daha söyledi. Neyse bunu yavaş yavaş yudumlamaya başladı. Bu arada gülmeye başladım. Aklıma ne geldi biliyor musunuz? Hani buraya gelirken yolda rastladığım adam, “Bi elli kağıt ver, bir şey söylicem” dedi ya, acaba, “Oraya gitme Aygır Leyla’ya rastlarsın mı?” diyecekti. Bunu düşününce daha çok gülmeye başladım. Aygır,
“Bir şey mi oldu?” diye sordu.
Yüzü yarışı kaybetmiş aygır gibi şaşkındı. Onun bu halini görünce daha da çok gülmeye başladım, sinirlerim boşalmıştı, gözümden yaş gelircesine gülüyordum. Leyla’nın yüzüne baktıkça gülmem artıyordu. Gülmem yavaşlayınca,
“Kusura bakma Leyla, aklıma bir şey geldi de ona gülüyorum, yanlış anlama” diyerek kesik kesik gülmeye devam ettim.
“Yok yok, önemli değil!” diyerek koca birayı bir dikişte götürdü, üçüncüyü söyledi. Ulan, bu ‘Aygır’ı davet ettik ama buna fıçı birasını bağlasan doymaz.
“Biraz yavaş git kızım” dedim.
Etrafa baktım bi sürü dalyaprak yüksek sesle muhabbetler; kimilerin yanında karılar, kimilerin yanında oğlanlar, keyifleri gıcır, bazı tarzanlar da uzaktan bana bira sinyali çekiyorlar, el mahkum ısmarlıyoruz. Öyle böyle gece ilerliyordu. Bu arada ben de ikinci yarım ufağı söylemiş bulundum. Aygır da beşinciyi götürmüştü. Bir ara çantasından bir eski fotoğraf çıkardı, gösterdi:
“Bak, bu annem. Adı neydi biliyor musun, Nadide’ydi. Hastanede öldü. Ölüsü hastanede kaldı. Mezarını bile bilmem, hiç gitmedim…Yav, sana bir şey sorucam” dedi,
“Sor” dedim.
“Mutlu son ne demek?”
Alla alla, hiç düşünmemiştim,
“Dur, dur” dedim sonra,
“Niye soruyorsun?”
“Hiiç!” dedi.
“Bir dalgan mı var evlenicen mi?”
“Eeh, galiba, ama belli değil” dedi.
“Anlamadım” dedim.
“Yav, biri var bana takık, sonumuz ‘mutlu olacak’ dedi de, ondan sordum” dedi.
“Valla Leyla, ben hiç yaşamadım, nasıl olur bilmem ama masal gibi bir şey. Bu laflar bitmemiş masallardır, herkes herkese söyler, yani bitmemiş masallara ‘mutlu son’ denir. Ben böyle düşünüyorum. Bin yıldır duyarız bu masalları.”
“Tamam, sana bir şey daha soracağım” dedi.
“Ne o Leyla, buraya içki içmeye mi, imtihana mı geldim ben? Neyse sor bakalım.”
Leyla, “Kusura bakma, sen doğru söylersin” diyerek arada beni de cilalamış oldu.
“Bak şimdi!” diye başladı:
“Annem ölünce babam, ‘biz onunla cennette buluşuruz’ demişti. Eee sonra, babam başka bir kadınla evlendi. Şimdi soruyorum, babam cennette kiminle buluşacak?”
Hayda! Buyur çık işin içinden. Ulan, ben dindar biri değilim ki. “Ne cevap vericem?” diye düşünmeye başladım. “Hani felsefecinin birisi, ‘hayatın yarısı dert, yarısı da çözümdür’ demiş ya, şimdi ben derdi çözücem bakalım. Onun için ‘normal’ kelimesini anlamsız bulurum ve sevmem. Ne demek ‘normal?’ Ben dahil, hayatta tüm normları tutturabilmiş hiçbir insana rastlamadım. İşte, şimdi benim şu durumum ‘normal’ mi? Meyhane köşelerinde nelerle uğraşıyorum? Ama inanın bütün tanıdığım garibanlar, orospular, ibneler sürünürken bile düşünme yeteneklerini kaybetmiyorlar. İşte Aygır. Sürünüyor, neler düşünüp soruyor. Hiç kimsenin aklına gelmeyecek sorular…”
“Bak Leyla” diyerek söze girdim. “Kızım, ben bu işleri çakmam, ama baban mutlaka orda bir tercih yapar, fazlada sorma. Sen de fazla kafanı takma” diyerek kesip attım.
İçkileri tokuşturduk, bir müddet suskun kaldık. İçerinin gürültüsü, susunca daha da yüksek geliyordu. Birazdan Aygır tekrar konuşmaya başladı: “Benim babam ahlaksızdı ve öldü. Şimdi ona mezar taşı yaptırmak için çalışıyorum.”
“İyi de hem ahlaksızdı diyorsun, hem de mezar taşını yaptırmak istiyorsun, anlamadım.”
Aygır yüzüme baktı. Yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi kayboldu. Birden ciddileşerek,
“Yeminim var, onun mezar taşına sıçıcam, yeminim var” dedi.
Bunları söylerken çok ciddiydi.
“Nasıl bir taş yaptıracaksın, küçük mü büyük mü?” diye sordum.
“Yooo yoooo! Hamam kurnası gibi yaptırıcam. Tam başucuna, ahlaksız herifin her gün gidip kafasına gözüne sıçıcam, helaya gitmicem ona gidicem, korkuyorum biliyor musun, çok korkuyorum” dedi.
“Niye?” dedim.
“Hiç işte, ya yaptıramazsam ya bana bir şey olursa?”
Yüzüne baktım, çok sıkıntılıydı.
“Yahu Leyla, şuraya içki içmeye geldik, senin konuştuğun şeye bak be kızım, boş ver bunları” dedim.
Ama o ısrarla, “Yaptırıcam, ömrüm oldukça mezarına sıçıcam!” diyordu.
Nefret öyle bir duygudur ki, bir kere gelirse başka bir duyguya yer yoktur.
İşte Leyla’daki duygunun sebebini bilmiyorum ama, tahmin ediyorum. Sormadım, sormam da. “Şu insan bir tuhaf yaratık, dört bilim dalı çözememiş, şimdi bu kafayla ben mi çözücem?” Bunları düşünürken,
“Mezar taşı kaç liradır?” diye sordu.
Patlamışım,
“Off be Leyla off be! Ben mezarcı mıyım, nerden bilicem?” diyerek kalktım, kendimi helaya attım. Aynaya baktım. Ulan, ölüm, mezar falan konuşmaktan çökmüşüm, çirkinleşmişim. Elimi yüzümü soğuk suyla bol bol yıkadım, kendime gelmeye çalıştım. Ulan ben de ona uymuşum neler konuşuyorum be farkında değilim. Birazdan masaya döndüm, Aygır’a baktım, o daha da çirkindi. Nasıl güzel olacak ki bu içindeki nefretle? Otururken fark etmemişim çirkinliğini, kalkıp gelince farkettim.
O yine,
“Korkuyorum biliyor musun, korkuyorum” diye başladı.
Ben de,
“Sen her gece bu kadar içkiyle bi bok yaptıramazsın” diyerek hesabı istedim ve kalktım.
Attım kendimi açık havaya, ellerim cebimde yürümeye başladım. Geldiğim yolun tersine, kafatasımın içinde bin türlü düşünce dövüş ediyordu. Yalnız bir düşünce öne çıktı. O da, “kurt gibiyim” düşüncesi idi. Hemen hızlandım, attım kendimi ileriye koşmaya başladım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder