
Ayaklarımın öz kardeşi dediğim, Beyoğlu'nun çıplak kaldırımlarını ağır adımlarla, eze eze yürüyorum.
Bilmiyorum nereye yürüdüğümü... Beynimde yalnızca bir şey, sanki emrediyor ayaklarıma; "Yürü, yürü nereye yürürsen yürü" diyor. Ben de köpek gibi itaat ederek, yürüyorum. Bir an kulağımda yüksek volümde bir müzik sesi… Durdum, dinledim.
"Senden ayrılamam, ayrılamam" diyor. Biraz daha dinledim. Şarkı "Hiç kimse ayıramaz seni benden" diye devam ediyor. Nerede olduğuma baktım. Genelev Sokağı 'nın köşe başında olduğumu fark ettim. Sokağa girmekle girmemek arasında bir tereddüt yaşadım, içimden bir ses, "Ya tanıdık biri görürse" dedi. İkinci bir ses, "Görürse ne olur?" dedi. Birinci ses, "Senin bir kariyerin var, misyon taşıyorsun" dedi. İkinci ses, "Sen insan değil misin, Robot musun? Başkalarına göre mi yaşamını ayarlayacaksın?" dedi. İçimdeki ikinci sese uyarak sokağa daldım. Kapıda polis, "Ellerini kaldır!" dedi. Kaldırdım. Üstümü başımı aradı. Hüviyetime baktı. Yaşamımda ne aranmayı, ne de soru sorulmayı sevmeyen ben, içimdeki sese uyarak, sevmediğim şeyler yaptırdım. Ellerim cebimde Genelev Sokağı'nda yavaş yavaş yürüyorum. Kafam eğik, yan gözle bakıyorum etrafa. Elli metre kadar yürüdüm. Bir an başımı kaldırıp baktığımda, kapkara iki gözün ışıldak gibi bana baktığını fark ettim, içime yıldırım düştü sandım. Kafamı eğdim, yürüdüm. Biran yürümemin değiştiğini fark ettim. Ayaklarım dolanıyordu. Çünkü biri beni gözlüyordu. Arkaya dönüp baktım. Aynı iki kapkara göz mermi gibi yüreğime vurdu. Bir anda yüreğim kanadı, fazla bakamadım. Sokağın sonundan geri döndüm, yavaş yavaş bakarak yürüdüm. Gözleri kaybettim. Bir an durumu, kenar mahallede sevdiği kızın evinin önünde tur atan genç delikanlılara benzettim. Kendimden utanır gibi oldum. Çıktım gittim genelevden. Yaralanmıştım.
Gittim, ama o gece uyuyabilirsen uyu. Hani içkiyi de fazla sevmem ki vurayım kendimi içkiye, efkârlanıp etrafa anlatayım: "Bana bugün kapkara gözlü bir kadın iş verdi" diye. Ama olmaz ki, ben misyon sahibiyim ya, ne derler; "Sen kerhaneye nasıl gidersin? Kadınlara meta gibi mi bakıyorsun?" falan-filan...
Tabii, namuslu olmalıyım ben. Ama yürek gördü kapkara iki gözü, çarpıldı. Fukara yürek ne yapsın? Gece uyuyamadım. Sabah erkenden tekrar geneleve. Sokakta bir sürü tur attım. Göremedim. Yok, yok. Son bir defa attığım turda, yine aynı evin merdivenlerine yaslanmış bakan gözleri gördüm. O da beni gördü. Bu sefer utanmadan, uzun uzun baktım. O da baktı. Sonra eve girdi. Büyülenmiş gibi doğru aynı eve yürüdüm. Kapıyı açtılar. Kapının tam karşısına gelen sedirin üzerinde, 4-5 kadının arasında oturan kapkara gözlerin karşısında durarak: "Kaç numara?" dedim. "Çalışmıyorum" dedi.
Bir anda kan beynime sıçradı. Sinirle gittim, patron vekili kadının masasının yanındaki sandalyeye oturdum. Ve, "Benimle kalkmazsan, kimseyle kalkamazsın!" diye bağırdım. Evin salonuna bir sessizlik çöktü.
Aradan bir-iki dakika geçti geçmedi, kapkara gözlü kadın yerinden kalktı, oturdukları yerin tam karşısına gelen merdivenlerden çıktı ve kayboldu. Bu arada onun hafif topalladığını fark ettim. Arkasından diğer kadınlar, "Topalın lanetliği üzerinde bugün", bir diğeri "Dostu bıraktıktan sonra lanetleşti", "Kendini bir bok zannediyor" gibi laflar ettiler. Böyle bir olaya sebep olduğum için sıkıldım. Yerimden kımıldayamadım. Patron vekili kadın, "Oğlum, bir kahve iç. Bak istersen başka bir kadınla çık" gibi sözler söyledi. Cevaplamadım. Hızla evi terk ettim. Aynı hızla sokağı terk e-derken arkama dönüp onun evine baktığımda, kapkara gözlü kadının üst kattaki odanın camından bana baktığını gördüm. Benim baktığımı görünce perdeyi kapattı. Çektim, gittim. Daha ağır yara almıştım.
Ulan içkiyi sevmem, içemem ama bir meyhaneye girerek, kendimi zorlaya zorlaya rakı içtim. Çarpıldım. Eve geldiğimde kafam fırıldak gibi dönüyordu. Elbiselerimle uzandım. Sızıp kalmışım.
Gece yarısı alkolün tesiri geçmiş olacak ki, uyandım. Kafamda bir ağırlık, bir hareket var. Kafamı tuttuğumda bir fındık faresi atladı, doğruldum. Aslında alışıktım onlara. İçkinin tesiriyle olacak, bir an irkildim. Neyse, kısa bir süre sonra unuttum. Aklıma yine o iki kapkara göz, reddedilişim, aksayan ayak ve onun arkasından konuşulanlar geldi. Sıkıldım. Fakat sokaktan çıkarken yine pencereden bakan o gözler... Her şey birbirine karıştı. Sen misyonlu sanatçı, yüreğin oynadı, değil mi? Yaşamında ilk kez. Hem de nerede? Olsun, yaşamım hep ertelenerek geçti. Bu sefer seni ertelemeyeceğim. Olsun, bir kerede duygum yürüsün, yeter. Mantık geride dursun. Hep mantık, mantık... Çevrene göre hareket. Sıkıldım. İşte ben, işte iki kapkara göz... İşte çift çatal yüreğim. Çamurda yürümek istiyorsa, bırakırım yürüsün, koşsun, gömülsün...
Hay Allah be, adını bile bilmiyorum! Nereden bileceğim, konuşamadım ki, öğrenecek bir hareket yapamadım ki... Belki böylesi daha iyi. Adressiz mektuplar gibi, belirsiz! Kafamı kurcalıyor, yine gideceğim. Onunla mutlaka arkadaş olmalıyım. Gezmeliyim, oturmalıyım, sevişmeliyim. Yaşamımda hiç kimseyle elele gezmedim. Kimse için ne bir mektup, ne bir şiir yazdım. Aşk cümleleri söyleyemedim. Belki ona yazarım, söylerim. Belki de konuşamam, yazamam, söyleyemem. Olsun be, hayali bile güzel.
İki gün sonra tekrar geneleve gittim. Bu sefer kararlıydım. Doğru evine. Kapıyı açtım. Yine aynı sedirin ortasında oturan kapkara gözlerin önünde durarak, "Kaç numara?" dedim. Yüreğim sürgün gibi, yerinden gitti gidecek.
"4 numara" dedi.
Yüreğim durdu sandım. Elim ayağım dolaştı. Bu sefer de onunla nasıl, ne konuşacağım? Heyecandan olacak, düşünemiyorum.
Kalktı, önüme düştü, odaya çıktık. Kenarda bir sandalyeye oturdum. "Bir şey içer misin?" diye sordu.
"Kahve" dedim. Sessizce çıktı. Bir kahveyle döndü. Ben de bu arada odaya göz gezdirdim. Orta halli bir ev odası gibi düzenliydi. Karşıma oturdu. İkimiz de konuşmuyorduk. Sessizliği ben bozdum. Adımı söyledim. O da söyledi: Sevda... İçimden, ne güzel bir isim, dedim. Sevda'ya sevdalandım galiba, diye düşünürken, kapı çalındı. Fincanları istediler. Ben para vermek için cebime davrandım, "istemez" dedi. Fincanları gönderdi.
Ben yine "Kaç paraysa veririm, biraz konuşalım" dedim. 1 saat’lik ücretini ödedim. Parayı aşağıya götürdü, geldi. Adet buymuş. Saatlik, gecelik aşağıya bildirilirmiş. Ne konuşacağımı bilmiyordum. Tiyatrocu olduğumu söyledim. Anadolu turnelerini anlattım. Dikkatle ve merakla dinliyordu. Gülüyordu anlattıklarıma. Okula hiç gitmemiş, okuma-yazma bilmediğini söyledi. Oturdukça kendimi ona daha yakın hissetmeye başladım. Güzel bakıyordu, dinliyordu. Beyaz dişleriyle aşırıya kaçmadan gülüyordu. Saatin nasıl geçtiğini anlayamadık. "Saat geçti" sesiyle uyarıldık. Kalktım, yarın yine aynı saatte geleceğimi söyleyerek ayrıldım.
Onunla kaldığım süre ödediğim paraları arkadaşlarımdan aldığım borç paralarla ödüyordum. Çünkü o ara işsizdim. Böyle gelip gitmelerde aramızda sıcaklık oluştu. Müşteri-sermaye ilişkisinden çok arkadaş-sevgili gibiydik. Hep ben anlatıyordum. O yalnızca dinliyordu. Az konuşuyordu. Bir kere ailesine baktığını, askerdeki kardeşine para gönderdiğini, memleketini, köyünü anlatmıştı. Bir kere de askerdeki kardeşine bana mektup yazdırdı. Zaman geç tikçe ona sevgim büyüdü de büyüdü. Onun da beni sevdiğini anlıyordum.
Bir gün durup dururken "Benimle dost olur musun?" dedi. "Zaten dostuz" dedim. "Yok, öyle değil. Patronla ben konuşurum. Yüzük takarız, o zaman istediğin gün para vermeden gelirsin. Gece de kalırsın" dedi. Sevinçle yerimden fırladım, "Tabi tabi olur, hatta seninle evlenirim bile" dedim. Boynuna sarıldım, sessizce ağladı. Gözyaşlarını öptüm. Yüreğim vurgundan vurguna gidiyordu.
3 gün sonra telefon açtığımda "Tamam, patronla konuştum. Pazartesi gecesi dost gecemiz olacak. Saat 8'de gel konuşalım" dedi. "Tamam, geliyorum" diyerek telefonu kapattım. Saat akşam 8'de doğru geneleve... Beni bekliyordu. Sıkı sıkı kucakladım. "Yüzük almamız lazım" dedi. Durdum, bir an sessizleştim. Anladı. "Sıkılma, yüzükleri ben alırım. Sen parmak ölçüsü ver" diyerek kısa bir ip parçası ile utana utana parmak ölçümü verdim. Çıktım gittim. İşte, bir vurgun daha. "Dayan yüreğim, dayan!" diyerek yürüdüm. Pazartesiyi iple çektim.
Gecesi temiz, tıraşlı söylediği saatte, tam 1130'da genelevde oldum. Beni kapıda karşıladı. Salona çıktığımızda büyükçe bir masa kurulmuştu. Etrafında evde çalışan kadınlar ve dostları oturuyordu. Bizi görünce -patron hariç- ayağa kalktılar. Önce yaşlı patron kadının elini öptük. Diğerleriyle tek tek el sıkıştık. Kadınlar"Nasılsın enişte?" diyerek hatırımı sordular. Erkekler hepsi bitirim, yalnızca elimi sert, kuvvet gösterir gibi sıktılar. Sevda simsiyah, uzun bir elbise giymiş. Genelev kadınından çok, misafirlerini ağırlayan bir ev kadını havasındaydı. Ya ben acemi damat adayı, bilmediğim bir dünya içinde oyunun bir parçası, hatta odak noktasıydım.
Çaktırmadan oturanlara bakıyordum. Bitirim dostları beni kendilerinden uzak, hamam oğlanı gibi görüyorlardı. Bakışlarından, tavırlarından fark edebiliyordum. İçki hariç yenildi, içildi. Saat gece yarısı üçe doğru patroniçe yavaşça elini şaklatarak ayağa kalktı. Herkes kalktı. Sevda ile beni yanına çağırarak, yaşlı sesiyle küçük bir konuşma yaparak yüzüklerimizi taktı. Kadınlar ve dostları hediyeler verdiler. Sevda'ya kadınlar takı taktılar. "Ailemize hoş geldin" diyerek alkışladılar. Bizi odamıza, gerdeğe soktular.
Köy adedi gibi birisi sırtıma vurdu. Ama ne vuruş! Pezevenk, kendini ya esas düğünde sanıyor, ya kasten, bilmiyorum. Ses çıkaramadım. Ama bir on dakika nefesim kesildi. Erkekliğe bok sürmedim, sineye çektim.
Odada kendi kendime, "Ulan hayata bak be, nereden nereye geldim. Durup dururken hiç aklımda olmayan bir şey; genelevde evleniyorum. İşte gerdekteyim. Ama rahatım, memnunum, sevdiğim bir kadının yanındayım." Geceyi hiç soyunmadan, yatakta uzanarak, havadan sudan laflarla geçirdik. Sabah uyumuş kalmışız. Aslında ben ne yapacağımı bilmiyordum. Sevda da böyle hoşuna gitmiş olacak ki, hiç ses çıkarmıyordu. Bir nevi illüzyon. Büyü bozulmasın sanki. Yatsak bozulacak. Bendeki korku bu. Belki o da korkuyordu. Bilmiyorum. Hiç de bilmedim. Öğleden sonra uyandığımda kahvaltı hazırdı. Bir şeyler atıştırmaya çalıştım. Odayı taradım. Düşündüm, neredeyim? Tabii ya, genelevde ilk gecem. Kahvaltı yaparken dışarıdan sesler geliyordu: "6 numaraya iki çay... Tamam sen aşağıda bekle... Sevda bugün çalışmıyor" gibi. Kalktım,beni yolcu etti. Kafam önde, sağa-sola bakmadan evden ve sokaktan çıktım. Genelev raconu buymuş. Giriş çıkışlarda hiçbir kadına bakmadan yürüyüp çıkacaksın. Eve geldiğinde kadınlar ya ortada olmayacak, yahut ta çıplak yerlerini kapatacaklarmış. Öğrendim. Ertesi akşam saat tam 11.30'da geldim. Sevda oda kapısında beni bekliyordu. Üzerinde ateş kırmızısı bir gecelik, dağınık taranmış saçlar, odanın içinden hafif seste gelen müzik: "Hop hop gelsin, yarim gelsin, hemen gelsin, şimdi-gelsin..."
Bu atmosfer, bu müzik bir an insanı büyülüyor, kendini bir bok zannediyorsun. Odaya girdim. Koltuğa oturdum. Sevda hemen ayakkabılarımı çıkardı. Sıcak su ile incitmemeye çalışarak ayaklarımı yıkadı, kuruladı. Kurala uyarak yapılan işleme hiç karışmadım. Adet buymuş. "Hoşuma gitmedi" dersem yalan söylemiş olurum. Bu işlem ileride her gece sürdü gitti. O gece hafif bir şeyler yedik.
Yeni aldığı pijamalarımı, terliklerimi giydirdi. Hoşuma gidip gitmediğini sordu. Çok beğendiğimi söyledim. İçimden de, acaba bütün evlilikler böyle mi? Yoksa geneleve has bir durum mu? diye soruyordum. Bilmiyorum...
Işığı söndürüp loş gece lambasında yatağa uzandık. Gece lambası dönerek, 7 ayrı renkte üstümüzde tur atıp duruyordu. Sevda'nın yüzü her baktığımda bir başka renk alıyor, üzerindeki ateş kırmızısı gecelik Aleyim Sema gibi oluyor, bozuluyordu. Seviştik. Geceliğini çıkarmak istediğimde eteklerinden aşağı çekerek direndi. Şaşırmıştık. "Çıkarmak istiyorum" dedim. Kapkara gözleriyle yalvarır gibi baktı. "Çıkarma" der gibiydi. "Neden?" dedim. Israr ettim, zorladım, çıkardım.
Sevda gözleri yağmurlu bir akşam gibi tavana dikili bir heykel sessizliğinde bakıyordu. Aleyim Sema gibi renk renk dönen ışığın yardımıyla gördüğüm, Sevda'nın vücudunun sol yanı tamamen yanıktı. Şimdi anlamıştım neden geceliğini çıkarmamakta ısrar ettiğini. Ayrıca tanışalı 1 ay olmuştu. Hiç yatmamıştık. O da yanaşmamıştı. Bu düşünceler yıldırım hızıyla aklımın kasıklarından geçti. Yanıktan hiç iğrenmemiştim. Dönen renkli gece lambası, çıplak, esmer vücudunun yanığının üzerinden renk renk geçerek onu yok ediyordu. Hafifçe eğilip yanığını öptüm öptüm. O hâlâ heykel gibi hareketsizdi. Sonra, tavana dikili yağmurlu gözlerini öptüm. Sıkı sıkı sarıldım. Öylece kalmışız.
Günler günleri kovaladı. Artık aramızda sevda vardı. Ben Sevda'ya sevdalanmıştım. O da bana. Bu durum böyle, karı-koca gibi 1 yıl gitti.
Dostluğumuzun üçüncü gecesinin sabahı evden çıktığımda cebimde çok para vardı. Şaşırmıştım. Dönüp geri vermeyi düşünmüştüm. Fakat genelevde dostu olan bir dostun olan kadının verdiği para ve hediyeleri almazsan, diğer müşterilerden farkın kalmaz. Herkes ona verecek, o bir kişiye verecek ki sevdiğini, sevildiğini anlayacak." demişti. Doğruluk derecesini bilmiyordum. Bu sözler aklıma gelince vazgeçmiş, susmuştum. Onu kaybetmekten de korkuyordum. Kısacası aşk adına boktan bir asalaktım...
Tiyatro çalışmalarına başlamıştım. Anadolu turnesine hazırlanıyorduk. Fakat Sevda'dan ayrılmak bana zor geliyordu. Nasıl olacaktı!..
Bir gece, o bana nasıl "Dost olalım" dediyse, ben de "Evlenelim" dedim. Durumumu anlattım. Suskunlaştı, yalnızca "Seni bana bırakmazlar. İleride bana kötü sözler söylersin, olmaz" dedi.
Ne kadar ısrar ettiysem de kabul etmedi. Sabah çıktım, gittim.
Gece geldiğimde evin kapısı kapalıydı. Çaldığımda, "Gecelik müşterim var, bu gece gelmesin" diye kapıcıya haber bırakmış. "Kapıda kalakaldım. "Olmaz böyle şey!" diye isyan ettim. Hızla genelev dışına çıktım. İsyanımı kuşanmıştım, ağlaya ağlaya gece-yarısı sokaklarda bağırarak, bilinmeyene koştum. Sabaha kadar alışık olmadığım kötü şarabı gece adamlarıyla paylaştım.
Yalnızlığa tahammülüm yoktu. Kötü şarabı paylaştığım sokak adamlarının da bir aşk hikayesi vardı. Anlatıyorlardı, rahattılar. Allah kahretsin, ben anlatamıyordum. Yaşadığım sevdamı hiç kimseyle paylaşamadım. Kol kırılır, yen içinde kalır hesabı. Hep yalnız yaşadım. Sadık köpeğim yalnızlığımı kıramadım. Çevrem fanatikti, benim de "misyon"um vardı ya, ayıplıyorlardı. Genelev kadınını bana yakıştıramazlardı. İçime öyle işlemiş ki bu düşünce, sokaktaki adama bile anlatamıyordum. Ama onlar, sokaktaki adamlar bile benden güçlüydüler. Hayatı çözmüşlerdi. Çok rahat küfürlerle anlatıyorlardı. Onlar anlattılar, ben yalnızca dinledim. Gözyaşları mı bile saklayarak.
Ertesi gün Sevda'ya telefon açtım. Telefona başkası çıktı. Sevda'yı istedim, "Vizitede" dediler. Halbuki anlaşmalı saatimizde direk o çıkardı. Sonra tekrar aradım. Telefona çağırdılar. Konuştuk. Paralı bir müşterisi geldiğini, benimle görüşemeyeceğini, ancak 1 hafta sonra pazartesi günü, paralı müşterisi gittikten sonra görüşebileceğimizi söyledi. Kapattı.
Bir hafta evimden dışarı çıkmadım. Sevmeden içtiğim içkileri şişe şişe bitirerek, ayılmadan, bütün beyaz duvarlarıma SEVDA sözcüklerini yazdım. Şimdi odamda, yalnızca SEVDA vardı.
Pazartesi geldi. Tekrar aradım. Telefona çıkan, bu sefer de "Sevda ayrıldı gitti" dedi. Telefonu kapatıp hızla, geneleve gittim. Patroniçe'yle konuştum. "Evet. genelevden ayrıldı. Bir adamla gitmiş galiba, nereye gittiğini bilmiyorum" dedi. Bir defa daha vuruldum. Bir yerlerim koptu.
Sonra Anadolu'ya turnelere çıktık. Bütün genelevleri dolaştım, onu bulamadım. Aradan yıllar geçti, izine daha rastlamadım.
Ben senin satıldığın günahkâr sokakta ağlayan taş, günah odamızın ışığı, penceresi, penceremizin havai perdesi, ömrünce sırtına yüklenilen günahların ortağıydım. Yılan zehiri gibi askını; damarlarıma kurşun gibi sıktın ve kaçtın! Belki bilmediğim bir yerlerde mutlusundur, belki de beni unutrnuşsundur. Gözlerimi yollara çakmış, dudağımda mutsuz bir ıslıkla, ya bir Mayıs sabahı, ya da bir Ekim akşamı, seni bana getirir... Bilmiyorum... Yalnızca yalan hayaller kurarak sessizce dönmeni bekliyordum.
Ama ne demiştin; "SENİ BANA BIRAKMAZLAR İLERİ DE BANA KÖTÜ SÖZLER SÖYLERSİN". Belki de sen haklıydın bilmiyorum… Ama hala yüreğim sana sürgün... Özlüyorum... Ateş kırmızısı geceliğini ve beni beklerken çaldığın aşk şarkısını:
"Hop hop gelsin
Yarim gelsin
Hemen gelsin
Şimdi gelsin"
Bilmiyorum nereye yürüdüğümü... Beynimde yalnızca bir şey, sanki emrediyor ayaklarıma; "Yürü, yürü nereye yürürsen yürü" diyor. Ben de köpek gibi itaat ederek, yürüyorum. Bir an kulağımda yüksek volümde bir müzik sesi… Durdum, dinledim.
"Senden ayrılamam, ayrılamam" diyor. Biraz daha dinledim. Şarkı "Hiç kimse ayıramaz seni benden" diye devam ediyor. Nerede olduğuma baktım. Genelev Sokağı 'nın köşe başında olduğumu fark ettim. Sokağa girmekle girmemek arasında bir tereddüt yaşadım, içimden bir ses, "Ya tanıdık biri görürse" dedi. İkinci bir ses, "Görürse ne olur?" dedi. Birinci ses, "Senin bir kariyerin var, misyon taşıyorsun" dedi. İkinci ses, "Sen insan değil misin, Robot musun? Başkalarına göre mi yaşamını ayarlayacaksın?" dedi. İçimdeki ikinci sese uyarak sokağa daldım. Kapıda polis, "Ellerini kaldır!" dedi. Kaldırdım. Üstümü başımı aradı. Hüviyetime baktı. Yaşamımda ne aranmayı, ne de soru sorulmayı sevmeyen ben, içimdeki sese uyarak, sevmediğim şeyler yaptırdım. Ellerim cebimde Genelev Sokağı'nda yavaş yavaş yürüyorum. Kafam eğik, yan gözle bakıyorum etrafa. Elli metre kadar yürüdüm. Bir an başımı kaldırıp baktığımda, kapkara iki gözün ışıldak gibi bana baktığını fark ettim, içime yıldırım düştü sandım. Kafamı eğdim, yürüdüm. Biran yürümemin değiştiğini fark ettim. Ayaklarım dolanıyordu. Çünkü biri beni gözlüyordu. Arkaya dönüp baktım. Aynı iki kapkara göz mermi gibi yüreğime vurdu. Bir anda yüreğim kanadı, fazla bakamadım. Sokağın sonundan geri döndüm, yavaş yavaş bakarak yürüdüm. Gözleri kaybettim. Bir an durumu, kenar mahallede sevdiği kızın evinin önünde tur atan genç delikanlılara benzettim. Kendimden utanır gibi oldum. Çıktım gittim genelevden. Yaralanmıştım.
Gittim, ama o gece uyuyabilirsen uyu. Hani içkiyi de fazla sevmem ki vurayım kendimi içkiye, efkârlanıp etrafa anlatayım: "Bana bugün kapkara gözlü bir kadın iş verdi" diye. Ama olmaz ki, ben misyon sahibiyim ya, ne derler; "Sen kerhaneye nasıl gidersin? Kadınlara meta gibi mi bakıyorsun?" falan-filan...
Tabii, namuslu olmalıyım ben. Ama yürek gördü kapkara iki gözü, çarpıldı. Fukara yürek ne yapsın? Gece uyuyamadım. Sabah erkenden tekrar geneleve. Sokakta bir sürü tur attım. Göremedim. Yok, yok. Son bir defa attığım turda, yine aynı evin merdivenlerine yaslanmış bakan gözleri gördüm. O da beni gördü. Bu sefer utanmadan, uzun uzun baktım. O da baktı. Sonra eve girdi. Büyülenmiş gibi doğru aynı eve yürüdüm. Kapıyı açtılar. Kapının tam karşısına gelen sedirin üzerinde, 4-5 kadının arasında oturan kapkara gözlerin karşısında durarak: "Kaç numara?" dedim. "Çalışmıyorum" dedi.
Bir anda kan beynime sıçradı. Sinirle gittim, patron vekili kadının masasının yanındaki sandalyeye oturdum. Ve, "Benimle kalkmazsan, kimseyle kalkamazsın!" diye bağırdım. Evin salonuna bir sessizlik çöktü.
Aradan bir-iki dakika geçti geçmedi, kapkara gözlü kadın yerinden kalktı, oturdukları yerin tam karşısına gelen merdivenlerden çıktı ve kayboldu. Bu arada onun hafif topalladığını fark ettim. Arkasından diğer kadınlar, "Topalın lanetliği üzerinde bugün", bir diğeri "Dostu bıraktıktan sonra lanetleşti", "Kendini bir bok zannediyor" gibi laflar ettiler. Böyle bir olaya sebep olduğum için sıkıldım. Yerimden kımıldayamadım. Patron vekili kadın, "Oğlum, bir kahve iç. Bak istersen başka bir kadınla çık" gibi sözler söyledi. Cevaplamadım. Hızla evi terk ettim. Aynı hızla sokağı terk e-derken arkama dönüp onun evine baktığımda, kapkara gözlü kadının üst kattaki odanın camından bana baktığını gördüm. Benim baktığımı görünce perdeyi kapattı. Çektim, gittim. Daha ağır yara almıştım.
Ulan içkiyi sevmem, içemem ama bir meyhaneye girerek, kendimi zorlaya zorlaya rakı içtim. Çarpıldım. Eve geldiğimde kafam fırıldak gibi dönüyordu. Elbiselerimle uzandım. Sızıp kalmışım.
Gece yarısı alkolün tesiri geçmiş olacak ki, uyandım. Kafamda bir ağırlık, bir hareket var. Kafamı tuttuğumda bir fındık faresi atladı, doğruldum. Aslında alışıktım onlara. İçkinin tesiriyle olacak, bir an irkildim. Neyse, kısa bir süre sonra unuttum. Aklıma yine o iki kapkara göz, reddedilişim, aksayan ayak ve onun arkasından konuşulanlar geldi. Sıkıldım. Fakat sokaktan çıkarken yine pencereden bakan o gözler... Her şey birbirine karıştı. Sen misyonlu sanatçı, yüreğin oynadı, değil mi? Yaşamında ilk kez. Hem de nerede? Olsun, yaşamım hep ertelenerek geçti. Bu sefer seni ertelemeyeceğim. Olsun, bir kerede duygum yürüsün, yeter. Mantık geride dursun. Hep mantık, mantık... Çevrene göre hareket. Sıkıldım. İşte ben, işte iki kapkara göz... İşte çift çatal yüreğim. Çamurda yürümek istiyorsa, bırakırım yürüsün, koşsun, gömülsün...
Hay Allah be, adını bile bilmiyorum! Nereden bileceğim, konuşamadım ki, öğrenecek bir hareket yapamadım ki... Belki böylesi daha iyi. Adressiz mektuplar gibi, belirsiz! Kafamı kurcalıyor, yine gideceğim. Onunla mutlaka arkadaş olmalıyım. Gezmeliyim, oturmalıyım, sevişmeliyim. Yaşamımda hiç kimseyle elele gezmedim. Kimse için ne bir mektup, ne bir şiir yazdım. Aşk cümleleri söyleyemedim. Belki ona yazarım, söylerim. Belki de konuşamam, yazamam, söyleyemem. Olsun be, hayali bile güzel.
İki gün sonra tekrar geneleve gittim. Bu sefer kararlıydım. Doğru evine. Kapıyı açtım. Yine aynı sedirin ortasında oturan kapkara gözlerin önünde durarak, "Kaç numara?" dedim. Yüreğim sürgün gibi, yerinden gitti gidecek.
"4 numara" dedi.
Yüreğim durdu sandım. Elim ayağım dolaştı. Bu sefer de onunla nasıl, ne konuşacağım? Heyecandan olacak, düşünemiyorum.
Kalktı, önüme düştü, odaya çıktık. Kenarda bir sandalyeye oturdum. "Bir şey içer misin?" diye sordu.
"Kahve" dedim. Sessizce çıktı. Bir kahveyle döndü. Ben de bu arada odaya göz gezdirdim. Orta halli bir ev odası gibi düzenliydi. Karşıma oturdu. İkimiz de konuşmuyorduk. Sessizliği ben bozdum. Adımı söyledim. O da söyledi: Sevda... İçimden, ne güzel bir isim, dedim. Sevda'ya sevdalandım galiba, diye düşünürken, kapı çalındı. Fincanları istediler. Ben para vermek için cebime davrandım, "istemez" dedi. Fincanları gönderdi.
Ben yine "Kaç paraysa veririm, biraz konuşalım" dedim. 1 saat’lik ücretini ödedim. Parayı aşağıya götürdü, geldi. Adet buymuş. Saatlik, gecelik aşağıya bildirilirmiş. Ne konuşacağımı bilmiyordum. Tiyatrocu olduğumu söyledim. Anadolu turnelerini anlattım. Dikkatle ve merakla dinliyordu. Gülüyordu anlattıklarıma. Okula hiç gitmemiş, okuma-yazma bilmediğini söyledi. Oturdukça kendimi ona daha yakın hissetmeye başladım. Güzel bakıyordu, dinliyordu. Beyaz dişleriyle aşırıya kaçmadan gülüyordu. Saatin nasıl geçtiğini anlayamadık. "Saat geçti" sesiyle uyarıldık. Kalktım, yarın yine aynı saatte geleceğimi söyleyerek ayrıldım.
Onunla kaldığım süre ödediğim paraları arkadaşlarımdan aldığım borç paralarla ödüyordum. Çünkü o ara işsizdim. Böyle gelip gitmelerde aramızda sıcaklık oluştu. Müşteri-sermaye ilişkisinden çok arkadaş-sevgili gibiydik. Hep ben anlatıyordum. O yalnızca dinliyordu. Az konuşuyordu. Bir kere ailesine baktığını, askerdeki kardeşine para gönderdiğini, memleketini, köyünü anlatmıştı. Bir kere de askerdeki kardeşine bana mektup yazdırdı. Zaman geç tikçe ona sevgim büyüdü de büyüdü. Onun da beni sevdiğini anlıyordum.
Bir gün durup dururken "Benimle dost olur musun?" dedi. "Zaten dostuz" dedim. "Yok, öyle değil. Patronla ben konuşurum. Yüzük takarız, o zaman istediğin gün para vermeden gelirsin. Gece de kalırsın" dedi. Sevinçle yerimden fırladım, "Tabi tabi olur, hatta seninle evlenirim bile" dedim. Boynuna sarıldım, sessizce ağladı. Gözyaşlarını öptüm. Yüreğim vurgundan vurguna gidiyordu.
3 gün sonra telefon açtığımda "Tamam, patronla konuştum. Pazartesi gecesi dost gecemiz olacak. Saat 8'de gel konuşalım" dedi. "Tamam, geliyorum" diyerek telefonu kapattım. Saat akşam 8'de doğru geneleve... Beni bekliyordu. Sıkı sıkı kucakladım. "Yüzük almamız lazım" dedi. Durdum, bir an sessizleştim. Anladı. "Sıkılma, yüzükleri ben alırım. Sen parmak ölçüsü ver" diyerek kısa bir ip parçası ile utana utana parmak ölçümü verdim. Çıktım gittim. İşte, bir vurgun daha. "Dayan yüreğim, dayan!" diyerek yürüdüm. Pazartesiyi iple çektim.
Gecesi temiz, tıraşlı söylediği saatte, tam 1130'da genelevde oldum. Beni kapıda karşıladı. Salona çıktığımızda büyükçe bir masa kurulmuştu. Etrafında evde çalışan kadınlar ve dostları oturuyordu. Bizi görünce -patron hariç- ayağa kalktılar. Önce yaşlı patron kadının elini öptük. Diğerleriyle tek tek el sıkıştık. Kadınlar"Nasılsın enişte?" diyerek hatırımı sordular. Erkekler hepsi bitirim, yalnızca elimi sert, kuvvet gösterir gibi sıktılar. Sevda simsiyah, uzun bir elbise giymiş. Genelev kadınından çok, misafirlerini ağırlayan bir ev kadını havasındaydı. Ya ben acemi damat adayı, bilmediğim bir dünya içinde oyunun bir parçası, hatta odak noktasıydım.
Çaktırmadan oturanlara bakıyordum. Bitirim dostları beni kendilerinden uzak, hamam oğlanı gibi görüyorlardı. Bakışlarından, tavırlarından fark edebiliyordum. İçki hariç yenildi, içildi. Saat gece yarısı üçe doğru patroniçe yavaşça elini şaklatarak ayağa kalktı. Herkes kalktı. Sevda ile beni yanına çağırarak, yaşlı sesiyle küçük bir konuşma yaparak yüzüklerimizi taktı. Kadınlar ve dostları hediyeler verdiler. Sevda'ya kadınlar takı taktılar. "Ailemize hoş geldin" diyerek alkışladılar. Bizi odamıza, gerdeğe soktular.
Köy adedi gibi birisi sırtıma vurdu. Ama ne vuruş! Pezevenk, kendini ya esas düğünde sanıyor, ya kasten, bilmiyorum. Ses çıkaramadım. Ama bir on dakika nefesim kesildi. Erkekliğe bok sürmedim, sineye çektim.
Odada kendi kendime, "Ulan hayata bak be, nereden nereye geldim. Durup dururken hiç aklımda olmayan bir şey; genelevde evleniyorum. İşte gerdekteyim. Ama rahatım, memnunum, sevdiğim bir kadının yanındayım." Geceyi hiç soyunmadan, yatakta uzanarak, havadan sudan laflarla geçirdik. Sabah uyumuş kalmışız. Aslında ben ne yapacağımı bilmiyordum. Sevda da böyle hoşuna gitmiş olacak ki, hiç ses çıkarmıyordu. Bir nevi illüzyon. Büyü bozulmasın sanki. Yatsak bozulacak. Bendeki korku bu. Belki o da korkuyordu. Bilmiyorum. Hiç de bilmedim. Öğleden sonra uyandığımda kahvaltı hazırdı. Bir şeyler atıştırmaya çalıştım. Odayı taradım. Düşündüm, neredeyim? Tabii ya, genelevde ilk gecem. Kahvaltı yaparken dışarıdan sesler geliyordu: "6 numaraya iki çay... Tamam sen aşağıda bekle... Sevda bugün çalışmıyor" gibi. Kalktım,beni yolcu etti. Kafam önde, sağa-sola bakmadan evden ve sokaktan çıktım. Genelev raconu buymuş. Giriş çıkışlarda hiçbir kadına bakmadan yürüyüp çıkacaksın. Eve geldiğinde kadınlar ya ortada olmayacak, yahut ta çıplak yerlerini kapatacaklarmış. Öğrendim. Ertesi akşam saat tam 11.30'da geldim. Sevda oda kapısında beni bekliyordu. Üzerinde ateş kırmızısı bir gecelik, dağınık taranmış saçlar, odanın içinden hafif seste gelen müzik: "Hop hop gelsin, yarim gelsin, hemen gelsin, şimdi-gelsin..."
Bu atmosfer, bu müzik bir an insanı büyülüyor, kendini bir bok zannediyorsun. Odaya girdim. Koltuğa oturdum. Sevda hemen ayakkabılarımı çıkardı. Sıcak su ile incitmemeye çalışarak ayaklarımı yıkadı, kuruladı. Kurala uyarak yapılan işleme hiç karışmadım. Adet buymuş. "Hoşuma gitmedi" dersem yalan söylemiş olurum. Bu işlem ileride her gece sürdü gitti. O gece hafif bir şeyler yedik.
Yeni aldığı pijamalarımı, terliklerimi giydirdi. Hoşuma gidip gitmediğini sordu. Çok beğendiğimi söyledim. İçimden de, acaba bütün evlilikler böyle mi? Yoksa geneleve has bir durum mu? diye soruyordum. Bilmiyorum...
Işığı söndürüp loş gece lambasında yatağa uzandık. Gece lambası dönerek, 7 ayrı renkte üstümüzde tur atıp duruyordu. Sevda'nın yüzü her baktığımda bir başka renk alıyor, üzerindeki ateş kırmızısı gecelik Aleyim Sema gibi oluyor, bozuluyordu. Seviştik. Geceliğini çıkarmak istediğimde eteklerinden aşağı çekerek direndi. Şaşırmıştık. "Çıkarmak istiyorum" dedim. Kapkara gözleriyle yalvarır gibi baktı. "Çıkarma" der gibiydi. "Neden?" dedim. Israr ettim, zorladım, çıkardım.
Sevda gözleri yağmurlu bir akşam gibi tavana dikili bir heykel sessizliğinde bakıyordu. Aleyim Sema gibi renk renk dönen ışığın yardımıyla gördüğüm, Sevda'nın vücudunun sol yanı tamamen yanıktı. Şimdi anlamıştım neden geceliğini çıkarmamakta ısrar ettiğini. Ayrıca tanışalı 1 ay olmuştu. Hiç yatmamıştık. O da yanaşmamıştı. Bu düşünceler yıldırım hızıyla aklımın kasıklarından geçti. Yanıktan hiç iğrenmemiştim. Dönen renkli gece lambası, çıplak, esmer vücudunun yanığının üzerinden renk renk geçerek onu yok ediyordu. Hafifçe eğilip yanığını öptüm öptüm. O hâlâ heykel gibi hareketsizdi. Sonra, tavana dikili yağmurlu gözlerini öptüm. Sıkı sıkı sarıldım. Öylece kalmışız.
Günler günleri kovaladı. Artık aramızda sevda vardı. Ben Sevda'ya sevdalanmıştım. O da bana. Bu durum böyle, karı-koca gibi 1 yıl gitti.
Dostluğumuzun üçüncü gecesinin sabahı evden çıktığımda cebimde çok para vardı. Şaşırmıştım. Dönüp geri vermeyi düşünmüştüm. Fakat genelevde dostu olan bir dostun olan kadının verdiği para ve hediyeleri almazsan, diğer müşterilerden farkın kalmaz. Herkes ona verecek, o bir kişiye verecek ki sevdiğini, sevildiğini anlayacak." demişti. Doğruluk derecesini bilmiyordum. Bu sözler aklıma gelince vazgeçmiş, susmuştum. Onu kaybetmekten de korkuyordum. Kısacası aşk adına boktan bir asalaktım...
Tiyatro çalışmalarına başlamıştım. Anadolu turnesine hazırlanıyorduk. Fakat Sevda'dan ayrılmak bana zor geliyordu. Nasıl olacaktı!..
Bir gece, o bana nasıl "Dost olalım" dediyse, ben de "Evlenelim" dedim. Durumumu anlattım. Suskunlaştı, yalnızca "Seni bana bırakmazlar. İleride bana kötü sözler söylersin, olmaz" dedi.
Ne kadar ısrar ettiysem de kabul etmedi. Sabah çıktım, gittim.
Gece geldiğimde evin kapısı kapalıydı. Çaldığımda, "Gecelik müşterim var, bu gece gelmesin" diye kapıcıya haber bırakmış. "Kapıda kalakaldım. "Olmaz böyle şey!" diye isyan ettim. Hızla genelev dışına çıktım. İsyanımı kuşanmıştım, ağlaya ağlaya gece-yarısı sokaklarda bağırarak, bilinmeyene koştum. Sabaha kadar alışık olmadığım kötü şarabı gece adamlarıyla paylaştım.
Yalnızlığa tahammülüm yoktu. Kötü şarabı paylaştığım sokak adamlarının da bir aşk hikayesi vardı. Anlatıyorlardı, rahattılar. Allah kahretsin, ben anlatamıyordum. Yaşadığım sevdamı hiç kimseyle paylaşamadım. Kol kırılır, yen içinde kalır hesabı. Hep yalnız yaşadım. Sadık köpeğim yalnızlığımı kıramadım. Çevrem fanatikti, benim de "misyon"um vardı ya, ayıplıyorlardı. Genelev kadınını bana yakıştıramazlardı. İçime öyle işlemiş ki bu düşünce, sokaktaki adama bile anlatamıyordum. Ama onlar, sokaktaki adamlar bile benden güçlüydüler. Hayatı çözmüşlerdi. Çok rahat küfürlerle anlatıyorlardı. Onlar anlattılar, ben yalnızca dinledim. Gözyaşları mı bile saklayarak.
Ertesi gün Sevda'ya telefon açtım. Telefona başkası çıktı. Sevda'yı istedim, "Vizitede" dediler. Halbuki anlaşmalı saatimizde direk o çıkardı. Sonra tekrar aradım. Telefona çağırdılar. Konuştuk. Paralı bir müşterisi geldiğini, benimle görüşemeyeceğini, ancak 1 hafta sonra pazartesi günü, paralı müşterisi gittikten sonra görüşebileceğimizi söyledi. Kapattı.
Bir hafta evimden dışarı çıkmadım. Sevmeden içtiğim içkileri şişe şişe bitirerek, ayılmadan, bütün beyaz duvarlarıma SEVDA sözcüklerini yazdım. Şimdi odamda, yalnızca SEVDA vardı.
Pazartesi geldi. Tekrar aradım. Telefona çıkan, bu sefer de "Sevda ayrıldı gitti" dedi. Telefonu kapatıp hızla, geneleve gittim. Patroniçe'yle konuştum. "Evet. genelevden ayrıldı. Bir adamla gitmiş galiba, nereye gittiğini bilmiyorum" dedi. Bir defa daha vuruldum. Bir yerlerim koptu.
Sonra Anadolu'ya turnelere çıktık. Bütün genelevleri dolaştım, onu bulamadım. Aradan yıllar geçti, izine daha rastlamadım.
Ben senin satıldığın günahkâr sokakta ağlayan taş, günah odamızın ışığı, penceresi, penceremizin havai perdesi, ömrünce sırtına yüklenilen günahların ortağıydım. Yılan zehiri gibi askını; damarlarıma kurşun gibi sıktın ve kaçtın! Belki bilmediğim bir yerlerde mutlusundur, belki de beni unutrnuşsundur. Gözlerimi yollara çakmış, dudağımda mutsuz bir ıslıkla, ya bir Mayıs sabahı, ya da bir Ekim akşamı, seni bana getirir... Bilmiyorum... Yalnızca yalan hayaller kurarak sessizce dönmeni bekliyordum.
Ama ne demiştin; "SENİ BANA BIRAKMAZLAR İLERİ DE BANA KÖTÜ SÖZLER SÖYLERSİN". Belki de sen haklıydın bilmiyorum… Ama hala yüreğim sana sürgün... Özlüyorum... Ateş kırmızısı geceliğini ve beni beklerken çaldığın aşk şarkısını:
"Hop hop gelsin
Yarim gelsin
Hemen gelsin
Şimdi gelsin"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder